Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 383
  • Öğe
    Serebral küçük damar hastalığında temporal lob tutulumunun manyetik rezonans görüntüleme ile değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Gültaç, Bilge; Öztoprak, İbrahim
    Amaç: Bu çalışmanın amacı, serebral küçük damar hastalığı (SKDH) tanılı hastalarda temporal lob tutulumuna ilişkin manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulgularını incelemek, SKDH'nin diğer görüntüleme bulguları ile ilişkisini belirlemek ve temporal lob tutulumunun tanı ve ayırıcı tanı süreçlerindeki potansiyel rolünü ortaya koymaktır. Gereç-Yöntem: Çalışmamıza 01.06.2023 ile 01.06.2024 tarihleri arasında, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Anabilim Dalına MRG amacıyla başvuran, 18 yaşından büyük, inme dışı nedenler ile MRG yapılmış ve SKDH saptanan 80 hasta dahil edildi. Toplam 68 hastanın MRG görüntüleri retrospektif olarak Picture Archiving and Communication Systems (PACS) üzerinden değerlendirildi. Yetersiz görüntü kalitesi olan, kranial MRG'de büyük damar tutulumu ile uyumlu enfarktüsü olan ve normal basınçlı hidrosefalinin görüntüleme bulgularına sahip 12 hasta çalışmaya dahil edilmedi. Bulgular: Kranial MRG çekilen toplam 68 hasta üzerinde yapmış olduğumuz retrospektif çalışmada hastaların yaş ortalaması 70,7±8,9 yıl olup 41'i erkek (%60,3), 27'si (%39,7) kadındı. Güncel literatür bilgileri ışığında, serebral küçük damar hastalığı ile ilişkili toplam 10 MRG bulgusu tanımlandı. Bu bulguların prevalansları şu şekildedir: BG-GPVB (%100), P-BCH (%98,5), D-BCH (%95,6), SS-GPVB (%83,8), serebral atrofi %79,4), lakünler (%73,5), SMK (%57,3), TL-BCH (%39,7), YKS (%33,9) ve SCE (%13,2). Bu MRG bulgularından yalnızca BG-GPVB ve serebral atrofi, yaş ile anlamlı pozitif korelasyon göstermektedir. İstatistiksel olarak anlamlı pozitif ilişki gösteren MRG bulguları ise, P-BCH ile D-BCH, P-BCH ile SMK, SMK ile YKS, SMK ile lakünler, P-BCH ile lakünler, D-BCH ile SMK, P-BCH ile BG-GPVB, D-BCH ile lakünler, P-BCH ile serebral atrofi, YKS ile serebral atrofi, SS-GPVB ile BG-GPVB, D-BCH ile YKS ve SCE ile lakünler arasında gözlemlenmiştir. Ayrıca, istatistiksel olarak anlamlı negatif ilişkiler, D-BCH ile SS-GPVB ve lakünler ile SS-GPVB arasında izlenmektedir. İleri istatistiksel analiz sonuçlarına göre, D-BCH, TL-BCH üzerindeki en güçlü değişken olarak (OR:4,314) bulundu. Sonuç: Serebral küçük damar hastalığında temporal lobun posterior bölgesinin anterior bölgesine göre daha sık tutulduğunu ve temporal lob beyaz cevher tutulumunun, özellikle posterior bölgede, derin beyaz cevher tutulumu ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Temporal lobun anterior ve posterior bölgelerinin ayrı değerlendirilmesinin SKDH tanısına katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    İleri annelik yaşı ile gestasyonel süreçler ve komplikasyonlar arasındaki ilişkinin incelenmesi: retrospektif arşiv araştırması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Şahan, Abdulbaki; Beyazıt, Fatma
    Amaç Bu çalışmanın amacı, ileri anne yaşının (≥35) gebelik ve perinatal sonuçlar üzerindeki etkilerini ileri yaşta olmayan gebeler ile retrospektif karşılaştırmak ve izlem ve yönetim gereklilikleri vurgulamaktır. Gereç ve Yöntem Çalışmamız , 1 Ocak 2018 ile 31 Aralık 2023 tarihleri arasında Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda takip edilen ve doğum yapmış toplam 1000 gebe üzerinde gerçekleştirilmiş olup katılımcılar, 18-34 yaş arası (n=500) ve 35 yaş üzeri (n=500) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Çalışmaya sigara kullanmayan ve önceden kronik hastalığı olmayan gebeler dahil edilmiştir. Veriler, üniversitenin dijital hasta kayıtlarından ve doğum sonrası takip raporlarından elde edilmiştir. İstatistiksel analizler için bağımsız örneklem t-testi ve ki-kare testi kullanılarak gruplar arası farklar değerlendirilmiştir. Bulgular Çalışma bulguları, ileri anne yaşı grubunda (≥35) sezaryen doğum oranlarının (%54,4), preterm doğum ve yenidoğan yoğun bakım ünitesi (YYBÜ) yatış oranlarının anlamlı derecede yüksek olduğunu ortaya koymuştur (p<0,05). Ayrıca, 35 yaş üstü gebelerde gestasyonel hipertansiyon ve preeklampsi oranlarının daha yüksek olduğu saptanmıştır. Gestasyonel diyabet (GDM) açısından, çalışmamızda ileri anne yaşı ile GDM arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Anemi prevalansı ise 35 yaş üstü grupta daha yüksek bulunmuştur. Oligohidroamniyos, makrozomi ve plasenta dekolmanı gibi diğer komplikasyonlarda yaş grupları arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Sonuç ve Öneriler Bu çalışma, ileri anne yaşının gebelik ve perinatal sonuçları üzerindeki etkilerini ortaya koyarak, gebelerin daha iyi yönetilmesi için bilgiler sunmaktadır. İleri yaş gebeliklerin risklerini azaltmak için, düzenli ve kapsamlı prenatal bakım hizmetlerinin artırılması, eğitim programlarının yaygınlaştırılması ve riskli gebeliklerin erken dönemde tanı ve yönetiminin yapılması önerilmektedir.
  • Öğe
    Major depresif bozuklukta psikoeğitimin bilişsel çarpıtmalara ve işlevselliğe olan etkisi: Randomize kontrollü bir izlem çalışması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Sağbaş, Serap; Güleç Öyekçin, Demet; Korkmaz, Şükrü Alperen
    Amaç: Major Depresif Bozukluk (MDB) tanılı hastalarda yapılandırılmış grup psikoeğitiminin bilişsel çarpıtmalar ve işlevsellik üzerindeki etkisini incelemek amaçlanmaktadır. Yöntem: Çalışmayı, yapılandırılmış grup psikoeğitimine katılan müdahale grubu (n=29) ve bibliyoterapi yapılan kontrol grubu (n=23) olmak üzere toplamda 52 kişi tamamlamıştır. Değerlendirme, çalışmanın başlangıcında ve müdahale sonrası 12. haftada yapılmıştır. Depresyon, anksiyete, bilişsel çarpıtmalar, otomatik düşünceler ve işlevsellik düzeyleri sırasıyla; Hamilton Depresyon ve Anksiyete Derecelendirme Ölçekleri (HAM-D, HAM-A), Bilişsel Çarpıtma Ölçeği (BÇÖ), Düşünce Özellikleri Ölçeği (DÖÖ), Otomatik Düşünceler Ölçeği (ODÖ) ve Kısa İşlevsellik Değerlendirme Ölçeği (KİDÖ) ile değerlendirilmiştir. Değişkenler SPSS ® versiyon 27.0 yazılımıyla analiz edilmiştir. Bulgular: Müdahale grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında; her iki gruptaki HAM-D ve HAM-A ölçek puanlarındaki azalmanın anlamlı olduğu (her iki p<0,05), ancak gruplar-arası karşılaştırmalarda anlamlı farklılığın olmadığı (sırasıyla, p=0,170 ve p=0,334) belirlenmiştir. Psikoeğitim grubunun işlevsellik puanlarının iyileşme gösterdiği (tüm p<0,001), ancak gruplar arasında farklılık olmadığı saptanmıştır (p>0,05). DÖÖ puanlarında her iki grup puanlarındaki azalmanın anlamlı olduğu (her iki p<0,05), gruplar-arası karşılaştırma da ise anlamlı farkın olmadığı (p>0,05) görülmüştür. BÇÖ' de her iki gruptaki azalmanın anlamlı olduğu (her iki p<0,05), ayrıca gruplar-arası karşılaştırmalarda psikoeğitim grubunda kontrol grubuna kıyasla anlamlı azalmanın istatistiksel olarak anlamlı biçimde daha belirgin olduğu (p=0,046) belirlenmiştir. İki grupta ODÖ puanlarındaki azalmanın anlamlı olduğu (her iki p<0,05), ayrıca gruplar-arası karşılaştırmada psikoeğitim grubundaki azalmanın daha belirgin olduğu (p=0,035) gözlenmiştir. Özellikle kendine yönelik negatif düşünceler (p=0,028), şaşkınlık/kaçma fantezileri (p=0,027) ve ümitsizlik (p=0,019) alt boyutlarındaki azalmanın psikoeğitim grubunda daha anlamlı olduğu saptanmıştır. Sonuç: Uygulanan yapılandırılmış grup psikoeğitiminin, MDB hastalarında özellikle bilişsel çarpıtmalar ve otomatik düşünceler üzerinde anlamlı bir iyileşme sağladığını göstermektedir. Ancak, işlevsellik ve depresif semptomlar üzerindeki etkisi standart tedavilerden üstün değildir. Psikoeğitim, farmakoterapiye ek olarak bilişsel süreçleri hedefleyen etkili bir yöntem olarak değerlendirilebilir. Bu alanda uzun süreli ve geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    İç hastalıkları servisine akut böbrek hasarı tanısıyla yatırılan hastaların hastanede yatış süresi boyunca sistemik inflamasyon düzeyleri ile renal replasman tedavi ihtiyacı, böbrek ve hasta sağkalımları arasındaki ilişkisinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Yurt, Dilara Budak; Bakırdöğen, Serkan
    Giriş ve Amaç: Akut böbrek hasarı (ABH), sık rastlanan, özellikle İç Hastalıkları servisinde yatan hastalarda yaygın olarak görülen ve hastanın prognozu üzerinde önemli bir etkiye sahip olan bir hastalıktır. Literatürde sistemik inflamasyon belirteçlerinin ABH prognozu üzerindeki etkisinin araştırıldığı yeterli sayıda çalışma mevcut değildir. Bu çalışmada sistemik inflamasyon belirteçlerinin ABH prognozu üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçladık. Materyal-Metod: Çalışmamızda, 01 Ocak 2020 - 31 Aralık 2023 tarihleri arasındaki yaklaşık 4 yıllık süreçte Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Hastanesi İç Hastalıkları servisinde ABH tanısıyla yatırılan 18-80 yaş arası her iki cinsiyette 336 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların serum CRP, albümin, nötrofil/lenfosit oranı, trombosit/lenfosit oranı, CRP/albümin oranı, sistemik immün inflamasyon indeksi (SII) ve lenfosit/CRP oranı olmak üzere toplam 7 sistemik inflamasyon belirteci düzeylerinin hasta sağkalımı, renal replasman tedavisi gereksinimi ve ABH evreleriyle olan ilişkileri araştırıldı. Hasta verileri SPSS 27.0 programı kullanılarak analiz edildi. Tanımlayıcı istatistikler, Ki-Kare, T Testi, One-Way ANOVA testleri ile yapıldı. Sağkalım analizi Kaplan-Meier yöntemiyle değerlendirildi. Sağkalımı etkileyen faktörler Cox regresyon analizi ile incelendi. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Hastaların %48,8'i erkek, %51,2'si kadın olup yaş ortalaması 68,34±0,59 yıl olarak tespit edildi. ABH olgularının %45,8'i prerenal, %58,3'ü intrarenal ve %11,6'sı postrenal olarak sınıflandırıldı. Hastaların serviste yatış süreleri 1-50 gün arasında değişmekte olup, ortalama yatış süresi 6,75 gün olarak belirlendi. ABH evrelerine göre sınıflandırıldığında, hastaların %37,5'i evre 1, %20,24'ü evre 2 ve %42,26'sı evre 3 ABH olarak tespit edildi. ABH nedeniyle RRT uygulanan hastaların oranı %18,8 olarak belirlendi. Yoğun bakım ünitesinde takip gereksinimi olan hasta oranı %9,2 olup, yoğun bakıma devredilen hastaların sağkalım oranlarının istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük olduğu saptandı (p<0,05). Servisten taburcu edilen hastaların klinik sonlanımları incelendiğinde, hasta grubunun %79,5'inde iyileşme gözlemlenmiş olup, bu iyileşmenin %61,3'ü tam, %18,5'i ise kısmi olarak kaydedildi. Ayrıca, %12,2'sinde son dönem böbrek hastalığının geliştiği tespit edildi. Hasta grubunun %8'inin ise eksitus olduğu belirlendi. ABH evreleri açısından değerlendirildiğinde, evre 1 ABH hastalarının albümin ve lenfosit/CRP oranı değerlerinin daha yüksek olduğu, tersine CRP değerlerinin diğer evrelerdeki hastalara oranla istatistiksel anlamlı düşük olduğu saptandı (p<0,05). Renal replasman tedavisi gereksinimi olmayan hastalarla karşılaştırıldığında, RRT uygulanan hastalarda nötrofil/lenfosit oranı ve trombosit/lenfosit oranı değerlerinin istatistiksel anlamlı derecede yüksek olduğu; albümin ve lenfosit/CRP oranı değerlerinin ise düşük olduğu tespit edildi (p<0,05). Eksitus olan hastalarla sağ kalan hastalar karşılaştırıldığında, eksitus grubunda serum CRP, nötrofil/lenfosit oranı ve CRP/albümin oranı değerlerinin istatistiksel anlamlı derecede yüksek olduğu; tersine, albümin ve lenfosit/CRP oranı değerlerinin düşük olduğu belirlendi (p<0,05). Sonuç: Bu çalışma, akut böbrek hasarı tanılı hastalarda sistemik inflamasyon belirteçlerinin hastalık prognozu üzerinde önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir. Söz konusu belirteçlerin, özellikle erken dönemde risk değerlendirmesi ve klinik yönetim açısından yol gösterici olabileceği düşünülmektedir. Ancak bu bulguların daha güçlü kanıtlarla desteklenebilmesi için, geniş hasta popülasyonlarını içeren prospektif, randomize ve kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    On sekiz yaş ve altı çocuklarda yapay zeka kullanılarak kemik yaşı tespitinin greulich-pyle ve tanner-whitehouse yöntemleriyle karşılaştırmalı analizi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Oktay, Umut; Kalkan, Esin Akgül
    Amaç: Ülkemizde kemik yaşı tespitinde en sık, Greulich-Pyle (GP) ve Tanner-Whitehouse (TW) yöntemleri kullanılmaktadır. Son yıllarda yaş tespitinde yapay zekanın (YZ) kullanılabilirliği tartışılmaktadır. Bu araştırmanın amacı, 18 yaş ve altı çocuklarda YZ ile kemik yaşı tespitinin GP ve TW yöntemleriyle karşılaştırmalı analizini yapmaktır. Gereç ve yöntem: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Hastanesi'nde çekilen 18 yaş ve altı bireylerin sol el bileği grafileri geriye dönük analiz edilmiştir. Kemik yaşı tespiti, bir adli tıp ve bir radyoloji asistanı tarafından yapılmıştır. Değerlendirmecilerin, GP ve TW3 yöntemleri ile elde ettiği veriler analiz edilmek üzere kaydedilmiştir. Yapay zeka modeli, ÇOMÜ Bilgisayar Mühendisliği uzmanlarının desteğiyle, ÇOMÜ ve Kuzey Amerika Radyoloji Derneği (RSNA) veri setleriyle eğitilmiştir. Bulgular: TW3 yöntemi, GP'ye göre 2,5 kat daha uzun sürmüştür (p<0.001). En yüksek hata oranı GP yöntemiyle erkeklerde (MAE=14,40 ay), en düşük hata oranı ise TW3 yöntemiyle kadınlarda (MAE=9,84 ay) tespit edilmiştir. Değerlendiriciler arasındaki uyum mükemmel düzeyde bulunmuştur. YZ destekli modeller arasında VGG-16 mimarisi geliştirilmiş modelin, RSNA ve ÇOMÜ veri setleriyle eğitilerek en düşük hata oranı (MAE=12,04 ay) elde edilmiştir. Bu bulgular YZ'nin yok sayılabilecek işlem süreleri ve kabul edilebilir hata oranları ile adli tıp uygulamalarında yardımcı bir yöntem olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Sonuç: Değerlendirmeciler arası mükemmel uyum yöntemlerin bireysel farklılıklardan önemli derecede etkilenmediğini göstermektedir. GP yöntemi 0-4 yaş arası kronolojik yaşla daha uyumlu sonuçlar verirken, 12-16 yaş grubunda TW3 yöntemi daha düşük hata oranları sunmuştur. Bu araştırma sonuçlarına göre; YZ'nin hata oranlarını düşürebileceğini, değerlendirme süreçlerini hızlandırabileceğini ve yardımcı yöntem olarak kullanılması önermektedir.
  • Öğe
    Yaygın ilaç dirençli (extensıvely drug-resıstant, XDR) tigesiklin duyarlı acınetobacter baumannıı suşu ile sistit oluşturulan sıçanlarda intravezikal tigesiklin uygulamasının terapötik etkinliğinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Yüksel, Cihan; Alıravcı, Işıl Deniz
    Amaç: Üriner sistem enfeksiyonları tüm dünyada en sık görülen enfeksiyonların başında gelmekte, hastalarda servis ve yoğun bakım yatışlarına sebep olabilmekte, halihazırda yatan hastalarda ise yatış süresini uzatarak morbidite, mortalite ve hasta bakım ilişkili maliyetleri arttırabilmektedir. Son dönemde özellikle yoğun bakım ünitelerinde yaygın ilaç dirençli (XDR) A. baumannii kaynaklı enfeksiyonların sıklığı artmakta ve direnç sorunu nedeniyle çoğu zaman uygun tedavi seçeneği bulunamamaktadır. Bu çalışmanın amacı, XDR A. baumannii ilişkili sistitlerde, halihazırda kullanılan geniş yan etki profiline sahip sistemik antibiyotik tedavilerine alternatif olabilecek yeni, lokal bir tedavi seçeneği sunabilmek ve böylece sistemik yan etkilerden kaçınmaktır. Bu sayede hem hastaların tedavi olasılığını arttırarak mortalite ve morbiditeyi azaltmak hem de hastaların hastanede yatış sürelerini ve yatış maliyetlerini en aza indirgemek hedeflenmektedir. Gereç ve Yöntem: 9 gün süren deneye, 36 adet Wistar Albino cinsi dişi rat (200-300 gr canlı ağırlıkta) ile başlandı. Ratlara intravezikal XDR A.baumannii suşu inoküle edilerek sistit modeli oluşturuldu. Sistit modeli başarı ile oluşturulabilen 24 rat, her biri 6'şar rattan oluşan 4'er gruba ayrıldı. 1. gruba herhangi bir tedavi verilmezken, 2. gruba intravezikal Sodyum Klorür (SF) irrigasyonu, 3. gruba intravezikal düşük doz (6,25mg/kg) tigesiklin tedavisi, 4. gruba intravezikal yüksek doz (25mg/kg) tigesiklin tedavisi uygulandı. Tedavinin 3. ve 5. günleri kontrol idrar kültürleri alınarak mikrobiyolojik inceleme yapıldı. Deney sonunda ratların mesane dokuları alınarak histopatolojik ve sitogenetik değerlendirmeleri yapıldı. Mikrobiyolojik, histopatolojik ve sitogenetik değerlendirmelerin sonuçları, gruplar arasında istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Tedavinin 3. gününde alınan idrar kültürlerinde mikrobiyolojik klirensler karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (P=0,082). Tedavinin 5. gününde (inokülasyonun 9. gününde) idrar kültür üremelerinin negatifleşmeleri karşılaştırıldığında ise istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (P=0,028). Tedavi gruplarının, kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı bir farkla idrarda mikrobiyolojik klirens sağladığı görüldü. Histopatolojik değerlendirmelerde gruplar arasında inflamasyon açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (P=0,029). Yüksek doz TGC tedavisi alan grubun, diğer gruplara kıyasla istatistiksel olarak anlamlı bir farkla inflamasyona sebep olduğu gösterildi. Diğer histopatolojik parametrelerde istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (P>0,05). Sitogenetik değerlendirme için mesane dokuları Komet testine tabi tutuldu. Her bir numune için kuyruk uzunluğu, kuyruk momenti ve kuyruk yoğunluğu parametreleri analiz edildi. Tedavi grupları ile kontrol grupları arasında genotoksisite yönünden istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar tespit edildi (P<0,05). İntravezikal tigesiklin tedavisinin dozdan bağımsız genotoksisiteye sebep olabileceği gösterildi. Sonuç: 9 gün süren deneyin sonucunda; XDR A. baumannii suşu ile gelişen sistitlerde intravezikal tigesiklin tedavisinin dozdan bağımsız olarak, 5 günlük tedaviyle mikrobiyolojik başarı sağlayabileceği gösterilmiştir. Yüksek dozda oluşabilecek inflamasyon ve dozdan bağımsız oluşabilecek genotoksisiteye bağlı potansiyel yan etkiler de olabileceği tahmin edilmektedir. Bu tedavi yönteminin daha net anlaşılabilmesi için ek çalışmalara ihtiyaç vardır. Çalışmamızın yol gösterici nitelikte olacağı bu çalışmaların neticesinde pek çok hasta için yeni bir tedavi seçeneği sunulabileceği, sağlık bakım ilişkili maliyetlerin azaltılabileceği, hastalarda mortalite, morbidite azaltılırken sağkalımın arttırılabileceği öngörülmektedir.
  • Öğe
    Künt toraks travmalı hastalarda yatak başı ultrasonografi ile toraks patolojilerinin değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Söylev, Sinem; Bardakcı, Okan
    Amaç: Acil serviste toraks tomografisi çekilen künt toraks travmalı hastalarda yatak başı ultrasonun; akciğer kontüzyonu, pnömotoraks, kot kırığı, sternum kırığı, hemotoraks durumlarına tanı koyma gücünü değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışma tüm yaş gruplarında 01.01.2021-01.01.2023 tarihleri arasında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine künt toraks travması ile başvuran ve takibinde toraks tomografisi çekilmiş olan hastaların ileriye dönük olarak değerlendirilmesi ile gerçekleştirildi. Hastalardan acil servis travma alanında ilk muayene, acil müdahale ve tetkikleri tamamlandıktan sonra yazılı ve sözlü onam alındı. Hastalara çekilmiş olan BT (Bilgisayarlı Tomografi) görüntüleri görülmeden USG (Ultrasonografi) uygulandı. Çalışma sonucunda ultrasonografi ile saptanan patolojiler ile tomografide saptanan patolojiler arasındaki korelasyon incelendi. Bulgular ve Sonuç: Çalışmaya alınan hastaların %67.3'ü (n=198) erkekti. Hastaların travma şekli değerlendirildiğinde en sık %24.1 (n=71) ile motorsiklet kazasıydı. Hastaların %52.0'si (n=153) acil servisten taburcu olmuştu. En sık görülen toraks patolojisi %34.3 (n=101) ile kot kırığıydı. Hastaların %34.3'ünün (n=101) hem USG hem toraks BT'sinde kot kırığı tespit edilirken %7.5'inin (n=22) sadece toraks BT'sinde kot kırığı tespit edildi. Hastaların %1'inin (n=3) hem USG hem toraks BT'sinde akciğer kontüzyonu tespit edilirken %13.2'sinin (n=39) sadece toraks BT'sinde akciğer kontüzyonu tespit edildi. Hem USG hem toraks BT'sinde plevral efüzyon tespit edilen hiçbir hasta yoktu. Hastaların %9.9'unun (n=29) sadece toraks BT'sinde plevral efüzyon tespit edildi. Hastaların %2.4'ünün (n=7) hem USG hem toraks BT'sinde pnömotoraks tespit edilirken %12.2'sinin (n=36) sadece toraks BT'sinde pnömotoraks tespit edildi. Hastaların %3.4'ünün (n=10) hem USG hem toraks BT'sinde sternum kırığı tespit edilirken %1.7'sinin (n=5) sadece toraks BT görüntülemesinde sternum kırığı tespit edildi.
  • Öğe
    2019-2023 tarihleri arasında endokrinoloji polikliniğine adrenal insidentaloma nedeniyle refere edilen hastaların retrospektif değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Özdemir Mutaf, Tuğba; Saygılı, Emre Sedar
    Giriş ve Amaç: Adrenal insidentalomalar, gelişen görüntüleme yöntemlerinin yaygınlaşmasıyla daha sık saptanmaktadır. Bu çalışmada, insidentaloma tanısı alan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Gereç ve Metot: Ocak 2019-Aralık 2023 arasında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Polikliniğine başvuran veya refere edilen 212 hastanın verileri incelendi. Hastane otomasyon sistemi kullanılarak demografik bilgiler, laboratuvar değerleri, görüntüleme sonuçları, klinik notlar ve cerrahi uygulanan olguların histopatolojik raporları kayıt altına alındı. Bulgular: Hastaların çoğu kadındı (%68,9) ve ortalama tanı yaşı 59 idi. Kitle boyutlarının medyan değeri 24 mm bulundu. En sık eşlik eden komorbiditeler hipertansiyon (%56,6) ve diyabet (%34,43) olarak belirlendi. En sık rastlanan hormon profili nonfonksiyone adenom (NFA)(%65,09) olarak saptandı. Fonksiyonel olgular içinde Hafif Otonom Kortizol Sekresyonu (MACS) %26,4 oranla en yüksek paya sahipti; daha az sayıda Feokromositoma (FEO), Cushing sendromu (CS) ve Primer Hiperaldosteronizm (PHA) vakası belirlendi. Alt gruplar lokalizasyon, kitle çapı, yaş, cinsiyet açısından kıyaslandı. Alt gruplarda yaş ve cinsiyet dağılımında anlamlı fark saptanmazken, kitle çapı ve lokalizasyon açısından farklılıklar gözlendi. FEO ve CS olgularında kitlelerin daha büyük; MACS ve PHA olgularında daha küçük olduğu, ayrıca MACS olgularında iki taraflı tutulumun daha sık görüldüğü dikkat çekti. Takip süresince çoğu vakada anlamlı bir boyut artışı gözlenmedi. Sonuç: Bu çalışma, adrenal insidentalomaların büyük çoğunluğunun nonfonksiyonel adenom olarak sınıflandırıldığını ve hormon aktivitesi ile lezyon boyutları açısından genellikle stabil bir seyir izlediğini ortaya koymuştur. Polikliniğimizde takip edilen hastalara ait verilerin bütüncül bir şekilde incelenmesi, hasta yönetiminde daha etkin yaklaşımlar geliştirilmesi için önemli bir temel sunmaktadır. Bu bulguların, daha geniş ölçekli ve prospektif çalışmalarla desteklenmesi önerilmektedir.
  • Öğe
    L-karnitinin yanık staz zonu üzerinde etkisinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Çakır, Bahadır; Akyürek, Mustafa
    Giriş ve Amaç: Dünya sağlık örgütü tarafından yanık: ısı veya radyasyon, radyoaktivite, elektrik, sürtünme veya kimyasal maddelerle temas nedeniyle ciltte veya diğer organik dokularda meydana gelen bir yaralanmadır [1]. Yanık tedavisinde temel amaç, hasarlı doku miktarını en aza indirmektir. 1953 yılında Jackson, yanık nedeniyle etkilenmiş dokuları, hasarın şiddeti ve kan akımı değişimlerine göre üç bölgeye ayırmıştır. Bu bölgeler; koagülasyon, hiperemi ve staz zonları olarak adlandırılmıştır. Yanık tedavisinde koagülasyon zonu tedavi yöntemlerinden etkilenmezken, hiperemi zonu herhangi bir tedaviye ihtiyaç duymadan kendiliğinden iyileşmektedir. Bu nedenle, yanık vakalarında staz zonu, yani ara bölge, tedavi için ana hedef haline gelmektedir. Otofaji, sitoplazmik materyallerin lizozoma iletildiği ve lizozomda parçalandığı başlıca hücre içi bozunma sistemidir. Bununla birlikte, otofajinin amacı malzemelerin basit bir şekilde ortadan kaldırılması değildir, bunun yerine otofaji, yıkım sonucu oluşan malzemeleri kullanarak üreten dinamik bir geri dönüşüm sistemi olarak hizmet eder [2][3]. Yanık staz zonu üzerinde litetürde farklı ajanlar ile çalışılmasına rağmen klinikte kullanımı olan bir ajan yer almamaktadır. Çalışmamızda L-karnitin yolu ile hücrenin enerji metabolizmasının düzenlenmesini sağlanarak; otofaji yolağının aktive olmasını ve yanık staz zonunda etkilenen alanın azaltılmasını amaçlamaktayız. Böylece yanığa sekonder tedavi maliyetlerinin azaltılmasını ve L-karnitinin yanık tedavi algoritmasında etkin bir ajan olarak kullanılmasını amaçlamaktayız. Materyal-Metod: Çalışmada 40 adet 250-350 gr ağırlığında Wistar Albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. Ketamin ve ksilazin ile anestezi sağlandıktan sonra hayvanların sırt bölgeleri traş edildi. Uygun antiseptik uygulama sonrası Regas ve Ehrlich'in tanımladığı Comb yanık modeline uygun olarak yanık ve staz bölgesi oluşturuldu. Yanık prosedürü sonrası sıçanlar her grupta 10 tane olacak şekilde 4 gruba ayrıldı. Grup 1: kontrol grubu, herhangi bir işlem uygulanmadı. Grup 2: sham grubu, yanık modeli oluşturuldu fakat herhangi bir tedavi uygulanmadı. Grup 3: İntraperitoneal grup, yanık prosedürü sonrası 100 mg/kg L-carnitin intraperitoneal olarak verildi. Grup 4: Gavaj grubu, Yanık prosedürü sonrası 300 mg/kg L-carnitin oral gavaj olarak verildi. Yanıktan 24 ve 72 saat sonra tüm sıçanların kaudal yanık staz zonundan anestezi altında 0.5x0.5 cmlik deri dokusu ve immunhistokimyasal analizler için kan örneği alındı. Alınan materyallerde histopatolojik olarak yanık derinliği, inflamasyon yoğunluğu, ülserasyon, nekroz, epitelizasyon ve ödem parametreleri incelendi. İmmunohistokimya boyama ile Beclin-1 TUNEL, Caspase-3 ve TGF-B seviye ölçümü yapıldı. Oksidatif stress parametreleri olarak myloperoksidaz (MPO) ve malondialdehit (MDA) seviyeleri ölçülerek değerlendirildi. Yanık prosedüründen 72 saat sonunda tüm sıçanlara ketamine ve ksilazin ile anestezi altında servikal dislokasyon metodu ile ötenazi uygulandı. Bulgular: Çalışmamızda yanık patofizyolojisinde yer alan inflamasyon, ülser, nekroz, epitelizasyon, ödem ve yanık derinliği parametrelerini H&E (Hematoksilen-Eozin) ve MT (Masson Trikrom) boyama ile inceledik. 24. saatte nekroz, ödem ve yanık derinliği parametrelerinde İP grubunda, diğer gruplara kıyasla anlamlı bir fark olduğu gözlenmiştir (p<0.05). 72. saatte sham grubu ile tedavi grupları kıyaslandığında hem gavaj hem de intraperitoneal grupta nekroz oranının azaldığı ve epitelizasyonun arttığı gözlenmiştir. Ayrıca İP grubunda bu bulgulara ek olarak ülserasyon ve yanık derinliğinin de diğer gruplara göre anlamlı derece azaldığı görülmüştür. TUNEL değerlendirmede 24. Saatte apoptozis seviyelerinin İP grubunda diğer gruplara göre en az ortalamada olduğu gözlenmiştir. Beclin değerleri incelendiğinde ilk 24 saatte sadece kontrol ve sham grubu arasında anlamlı bir fark olmasına rağmen; 72. Saatte İP grubu ve sham grubu arasında anlamlı bir fark mevcuttur. Oksidatif stres değerleri olarak ölçülen MPO ve MDA değerleri 24. saatte İP grubunda, gavaj ve kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olacak şekilde daha düşük seviyede belirlenmiştir. Sonuç: L-karnitinin yanık tedavisinde staz zonunun geri kazanılması, hücre hasarının azaltılması, doku yenilenmesinin hızlandırılması ve enflamatuvar süreçlerin kontrol altına alınmasındaki potansiyel rolü ön plana çıkmaktadır. Ayrıca, L-karnitinin antioksidan ve mitokondriyal enerji metabolizmasını düzenleyici özellikleri sayesinde, yanık alanlarının küçültülmesi ve bu durumun yol açabileceği komplikasyonların önlenmesiyle hem morbidite hem de mortalite oranlarının düşürülmesinde etkili bir ajan olabileceği öngörülmektedir.
  • Öğe
    Obez sıçan modelinde pioglitazonun kalp dokusundaki ve hücresindeki değişikliklerin incelenmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Talaıbekova, Sezim; Karakılıç, Ersen
    Özet Giriş ve Amaç: Obezite, metabolik ve kardiyovasküler hastalık riskini önemli ölçüde artıran küresel bir sağlık sorunudur. Bu komplikasyonlar genellikle dokular içerisinde meydana gelen ektopik yağlanma ile ilişkilidir. Çalışmamızda, obeziteye bağlı kardiyak steatozun gelişimini obez sıçan modeli üzerinde incelemeyi ve bu süreçte pioglitazon tedavisinin etkilerini araştırmayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, obezite modeli oluşturmak amacıyla yüksek yağlı diyet (HFD) ile beslenen sıçanlar üzerinde gerçekleştirilmiştir. Deney gruplarına pioglitazon, gavaj yöntemiyle uygulanmış ve sonuçlar kontrol gruplarıyla karşılaştırılmıştır. Antropometrik ölçümler ve serum analizlerinin yanı sıra, histolojik incelemeler ve PCR ile endoplazmik retikulum (ER) stres belirtileri değerlendirilmiştir. Ayrıca, Transmission Elektron Mikroskobu (TEM) kullanılarak kalp hücrelerindeki değişiklikler, lipid birikimi, ER ve mitokondri yapısındaki değişiklikler incelenmiştir. Bulgular: HFD ile beslenen sıçanlarda, normal diyetle beslenenlere kıyasla anlamlı düzeyde kilo artışı gözlenmiştir (206±43 gr. vs. 287±61gr, p<0.001). TEM incelemelerinde, HFD ile beslenip ilaç almayan grupta LD sayısında belirgin bir artış tespit edilmiştir. HFD ile beslenenlerde pioglitazon tedavisi, LD sayısını önemli ölçüde azaltmıştır. HFD ile beslenip ilaç almayan grupta, ER yapısında bozulma, mitokondri zarında deformasyon, krista düzensizlikleri, mitokondriyal şişme ve hücrelerde belirgin dejenerasyon bulguları gözlenmiştir. Ayrıca bu grupta hücresel arası mesafelerde ciddi bir inflamasyon saptanmıştır. Pioglitazon tedavisi, bu bozuklukları kısmen düzeltmiştir. PCR analizlerinde, HFD ile beslenen sıçanlarda ER stres belirteçlerinde belirgin bir artış saptanmıştır. Ancak, pioglitazon tedavisi alan grupta bu stres belirteçlerinin anlamlı düzeyde azaldığı görülmüştür. Sonuç: HFD ile beslenme, kalp hücrelerinde LD miktarında belirgin bir artışa, hücresel dejenerasyona, ER ve mitokondri yapılarında bozulmaya, hücreler arası mesafede belirgin inflamasyon artışına, ER stres belirteçlerinde yükselmeye yol açmıştır. Pioglitazon tedavisi, bu hücresel yapısal değişiklikleri kısmen düzeltmiş, hücreler arası inflamasyonu azaltmış ve ER stres belirteçlerini anlamlı şekilde iyileştirmiştir. Bu bulgular, pioglitazonun obezite kaynaklı kardiyak steatoz tedavisinde hücresel değişiklikleri düzeltme, ER stresini ve lipid birikimini azaltma potansiyeline sahip umut verici bir tedavi ajanı olabileceğini göstermektedir.
  • Öğe
    Karotis arter stenozu olan hastalarda tedavi öncesi ve sonrası oküler kan akımının OCT-A ile değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Okur, Yusuf Emre; Erdoğan, Hakika
    Amaç: Karotis arter stenozunun oküler kan akımın etkileyebilmektedir. Çalışmamızda karotis arter stenozu hastalarında tedavi öncesi ve sonrası OCT-A parametrelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamıza 87 hastanın 133 gözü dahil edilmiştir. Karotis stenozu hastalarının ipsilateral gözü Grup 1, kontralateral gözü Grup 2, sağlıklı katılımcıların bulunduğu grup ise Grup olarak tanımlanmıştır. Katılımcılar başlangıç fazı, 1. ay, 3. ay ve 6. ay olmak üzere 4 kez muayene edilmişlerdir. Her muayenede görme keskinliği, tonus, OCT ve OCT-A verileri toplanmıştır. OCT verisi olarak RNFL kalınlığı ve GCC kalınlığı değerlendirilmiştir. OCT-A verileri olarak YKP, DKP, KK ve K tabakalarının damar dansitesi ve perfüzyon dansitesi ölçümü yapılmıştır. OCT-A ölçümleri 6x6 mm'lik alanda yapılmıştır. 1-3 mm içerisindeki alan iç segment, 3-6 mm içerisindeki alan dış segment olarak tanımlanmıştır. Çalışmada istatistiksel analizler SPSS 27.0 (IBM Inc, Chicago, IL, USA) programı kullanılarak yapılmıştır. Normal dağılmayan parametreler IQR; çeyrekler dilimi (medyan, minimum ve maksimum), normal dağılan parametreler ise ortalama±standart sapma (SS) şeklinde ifade edildi. Bağımlı çoklu ölçüm değerlerinin karşılaştırılmasında Friedman testi veya tekrarlı ölçümler ANOVA analizleri kullanıldı. İki grup arasındaki bağımsız karşılaştırmalarda ise Mann Whitney-U testi kullanıldı. Çoklu bağımlı grup arasında, ikili kıyaslamalarda posthoc analiz olarak Wilcoxon işaretli sıralar analizi veya bağımlı t-testi kullanıldı. Çalışmamızda p<0,05 anlamlı sınır olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Grup 1 FAZ alanı değerinin 1. aydan sonra azalmaya başladığını saptandı (p<0,05). Grup 2 ve Grup 3 FAZ alan ve perimetre değerinin 0. ayda en düşük 6. ayda en yüksek olduğu saptandı (p<0,05). Grup 1 YKP iç segment damar ve perfüzyon dansitesinde 3. aydan sonra artış olduğu saptandı (p<0,05). Grup 2 ve Grup 3 YKP verilerinde iç – dış segment YKP değerlerinin hem damar dansitesi hem de perfüzyon dansitesi başlangıç fazı değerlerinin en yüksek olduğunu ve zaman içerisinde azalma eğilimde olduğunu gözlemlendi (p<0,05). Grup 1 DKP verilerinde iç segment damar dansitesi, iç segment perfüzyon dansitesitesi ve dış segment perfüzyon dansitesinde 3. ay ve 6. ay arasında artış olduğu gözlendi (p<0,05). Grup 2 ve Grup 3 DKP verileri incelendiğinde iç segment damar dansitesi değerlerinin başlangıç fazı değerlerinin en yüksek olduğunu ve zaman içerisinde azalma olduğu saptandı (p<0,05). KK verilerinde Grup 1'de iç segment perfüzyon dansitesinde 1. ay ile 3. ay arasında azalma olduğu, 3. ay ile 6. ay arasında artış olduğu saptandı (p<0,05). Grup 2 KK verilerinde iç segment damar damar dansitesi, iç segment perfüzyon dansitesi, dış segment damar dansitesi değerlerinde zaman içerisinde azalma gözlendi (p<0,05). Grup 3 KK verilerinde iç segment damar dansitesi, iç segment perfüzyon dansitesi, dış segment damar dansitesi ve dış segment perfüzyon dansitesi değerlerinde 6. ay değerlerinin 0. ay değerlerine göre daha düşük olduğu gözlendi (p<0,05). Grup 1 K verilerinde iç segment damar dansitesinin tedaviden sonra 1. aydan sonra artma eğiliminde olduğu, iç segment perfüzyon dansitesinin 3. aya kadar değişmediği ve 3. ay ile 6. ay arasında azalma olduğu gözlemlendi (p<0,05). Dış segment vasküler dansitenin tedavi öncesi ile 1. ay arasında azaldığını 3. ay ile 6. ay arasında arttığını, dış segment perfüzyon dansitesinin ise tedavi öncesi ile 1. ay arasında azaldığını tedavi sonrası 3. ay ve 6. ay arasında arttığı gözlemlendi (p<0,05). Grup 2 K verilerinde iç segment damar dansitesi, iç segment perfüzyon dansitesi, dış segment damar dansitesinde zaman içerisinde azalma olduğu gözlemlendi (p<0,05). Grup 3 K verilerinde iç segment damar dansitesi, iç segment perfüzyon dansitesi ve dış segment damar dansitesinde zaman içerisinde azalma eğiliminde olduğu gözlemlendi (p<0,05). RNFL verilerinde Grup 1 değerlerinde tedavi öncesi ve tedavi sonrası veriler arasında anlamlı bir değişim saptanmadı (p>0,05). Grup 2 ve Grup 3 verileri incelendiğinde iki grupta da zaman içerisinde RNFL'nin azaldığı gözlendi (p<0,05). GCC verilerinde Grup 1 değerlerinin tedavi sonrası 6. ayda, tedavi öncesine göre artmış olduğu görülmektedir (p<0,05). Grup 2 ve Grup 3 incelendiğinde GCC değerlerinde zaman içerisinde değişim gözlenmedi (p>0,05). Sonuç: Grup 1 verilerinde FAZ alanı ve FAZ perimetre değerlerinde azalma; YKP vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, DKP vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, KK vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, K vasküler dansite ve perfüzyon dansitesinde ve GCC' de artma saptanmıştır. Grup 2 ve Grup 3 verilerinde ise FAZ alanı ve FAZ perimetre değerlerinde artma; YKP vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, DKP vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, KK vasküler dansite ve perfüzyon dansitesi, K vasküler dansite ve perfüzyon dansitesinde ve RNFL' de azalma saptanmıştır.
  • Öğe
    Mikrocerrahide dikiş tekniklerinin karşılaştırılmalı analizi etkin cerrahi sonuçlar için hız ve verimliliğin değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2025) Benli, Çağhan; Akyürek, Mustafa
    Giriş ve Amaç: Bu araştırma, mikrocerrahide kullanılan iki farklı dikiş (temel [primer] ve açık döngüsel [open loop]) ve iki farklı düğüm tekniğinin (konvansiyonel ve havadan [airborne]) birbirleriyle kombine ve ayrı ayrı kullanıldığında hızlarını ve farklı seviyedeki tecrübeye sahip mikrocerrahlar tarafından öğrenilebilme eğrilerinin kolaylığını, uygulanabilirliklerini ve sonuçlarını karşılaştırmayı amaçlamaktadır. Havadan sütürasyon tekniği, ince dokularla temas ettiğinde dokuya adeta yapışan sütür materyalini dokuya değdirmeden havada tutarak anastomoz yapmayı hedefler. Açık döngüsel tekniğinde ise damar lümenini kapatma riski olan sütürasyon aşamasında uygun açı bulunduktan sonra döngü şeklinde sürekli bir biçimde geçilerek anastomoz yapılır. Tüm bu teknikler temelde tekniğin ve hızın önemli olduğu mikrocerrahi anastomozlarında hızı ve verimliliği arttırmaya yönelik geliştirilmişlerdir ancak bugüne kadar bu teknikleri birbirleriyle ve farklı uygulayıcı cerrahların öğrenebilme eğrileriyle karşılaştıran bir araştırma literatürde bulunmamaktadır. Özellikle iskemi süresinin önemli olduğu mikrocerrahi anastomozlarda, hız ve tekniğin önemi artmaktadır. Parmak replantayonları gibi mikrocerrahi acillerinde ideal teknik arayışı sürmektedir. Araştırmamızda bu arayışa katkıda bulunmayı amaçladık. Materyal-Metod: Çalışma, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Deneysel Araştırmalar Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde yapılmış olup 36 adet Wistar albino cinsi 6-8 haftalık dişi sıçan kullanılmıştır. Kullanılan ratların femoral arter ortalama çapı 1.6 mm olup, insan dijital arteri ile benzer büyüklüktedir. 36 ratın herbirindeki 2 femoral arter ayrı ayrı anastomoz modelinde kullanılmış olup toplam 72 anastomoz modelinin hızı ve elektron mikroskobu altındaki sütürasyon değerlendirmeleri ayrı ayrı kaydedilmiştir. Günlük pratikte rutin olarak mikrocerrahi işlemleri yapan 9 farklı mikrocerrahın anastomozlarından çalışmada yararlanılmıştır. 9 cerrahın her biri mikrocerrahi temel eğitim kursunu tamamlamış ve deneyimlerine göre < 1 sene, 1-4 sene ve > 4 sene deneyime sahip cerrahlardan oluşan 3'er kişilik 3 eşit gruba ayrılmışlardır. Yukarıda belirtilen 2 farklı dikiş ve düğüm tekniği birbirleriyle kombine edilerek; temel dikiş - konvansiyonel düğüm (TD-KD), temel dikiş - havadan düğüm (TD-HD), açık döngüsel dikiş – konvansiyonel düğüm (ADD-KD), açık döngüsel dikiş – havadan düğüm (ADD-HD) olmak üzere 4 farklı ölçüm grubu hazırlanmıştır. Hazırlanan grupların her biri cerrahlara teknikler anlatıldıktan sonra uygulatılmış ve süresi kaydedilmiştir. Daha sonra cerrahlar 32 adet kullanılan damarlara benzer çaptaki plastik tüpler üzerinde in vitro deney modelinde her bir sütürasyonu 8 kere pratik etmiş ve yine sıçan üzerindeki 4 adet arter veya ven üzerinde in vivo pratik yapmıştır. Sonrasında bir kez daha her bir sütürasyonu sıçan femoral arteri üzerinde uygulamış ve süreler kayıt altına alınmıştır. Ayrıca >4 sene deneyime sahip cerrahların pratik sonrası attıkları dikiş-düğüm kombinasyonlarının anastomoz hatlarının elektron mikroskobu altındaki dikiş ve düğüm kaliteleri incelenmiş olup yine bu cerrahlar üzerinde çift kör yöntemle önceden belirlenmiş soruların olduğu değerlendirme formu ile tekniklerin farklı kriterlere göre ölçeklendirilmesi sağlanmıştır. Bulgular: Açık döngüsel dikiş ve konvansiyonel düğüm tekniği, en hızlı anastomoz süresine ulaşmış, daha deneyimli cerrahlar ise daha kısa sürede anastomoz yapmıştır. Grupların anastomoz süreleri sıralaması küçükten büyüğe ADD-KD < TD-KD < ADD-HD < TD-HD olmuştur. Özellikle > 4 sene deneyime sahip cerrahlar, < 1 sene deneyime sahip cerrahların 4'te 1'i sürede anastomoz yapmışlardır. "Havadan düğüm" tekniği, öğrenme eğrisi zorluklarına rağmen, pratik yapıldığında anastomoz süresini istatistiki olarak anlamlı olacak şekilde %15 oranında kısaltmıştır. Açık Döngüsel Dikiş kullanılan yöntemlerde sütür aralıkları daha düzenli olurken, Havadan Düğüm kullanılan yöntemlerde ise düğüm kalitesinin arttığı gözlenmiştir. Sonuç: Bu çalışmada, mikrocerrahi operasyonlarında kullanılan çeşitli dikiş ve düğüm teknikleri karşılaştırılmıştır. Farklı deneyim seviyelerine sahip mikrocerrahlar üzerinde yapılan deneyler sonucunda, en hızlı anastomozu sağlayan tekniğin Açık Döngüsel Dikiş – Konvansiyonel Düğüm olduğu tespit edilmiştir. Deneyimli cerrahlar, mikrocerrahiye yeni başlamış cerrahlara göre anastomoz işlemlerini çok daha hızlı tamamlamışlardır. Ayrıca, "Havadan Düğüm" tekniği ile yapılan anastomozlar, pratikle hız kazandıran ve daha kaliteli düğümler sunan bir teknik olarak öne çıkmıştır. Çalışma, bu konuda yapılmış en kapsamlı araştırmalardan biri olarak literatüre katkı sağlamaktadır.
  • Öğe
    Vokal kord hasarı oluşturulan ratlarda krosinin yaraiyileşmesi ve fibrozis üzerine olan etkilerinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Tonç, Serhat; Çil, Özge Çağlar
    Giriş ve Amaç: Enfeksiyon, travma, radyoterapi hasarı ve vokal kord cerrahileri nedeniyle iyatrojenik olarak, vokal kord hasarı oluşabilmektedir. Hasarlanan dokuda gelişen yara iyileşmesi süreci sonucunda skar oluşumu, hastalarda ses kalitesinde bozulmadan afoniye kadar, ciddi düzeyde komorbidite yaratabilmektedir. Çeşitli tedavi stratejileri bu sorun için uygulanıyor olsa da laringoloji klinik pratiğinde özellikle vokal kord cerrahisi nedeniyle gelişen skarların tedavisinde henüz standart bir yaklaşım bulunmamaktadır. Çalışmamızda vokal kord hasarı sonrasında yara iyileşmesi üzerine olan etkilerini değerlendirmek ve fibrozis azaltıcı bir tedavi seçeneği olarak, literatürde daha önce bu amaçla ele alınmayan Krosin molekülünü araştırmayı amaçladık. Materyal-Metod: Çalışmamız, 36 adet 3-4 aylık 300-350 g ağırlığında Wistar Albino erkek ratlar üzerinde gerçekleştirildi. Denekler rastgele 3 gruba ayrıldı ; vokal kord hasarı oluşturulan ve intraperitoneal serum fizyolojik uygulanan grup (grup 1: sham), vokal kord hasarı oluşturulan ve işlem sonrası lokal Krosin tedavisi uygulanan grup (grup 2: lokal tedavi grubu) ve vokal kord hasarı oluşturulan ve intraperitoneal Krosin tedavisi uygulanan grup (grup 3: sistemik tedavi grubu). Cerrahi olarak sağ vokal kordlara işlem uygulanırken, sol kordlara işlem yapılmadı ve kontrol olarak değerlendirildi. Cerrahi işlemden sonra 5.gün ve 30. gün olmak üzere, her seferinde her gruptan rastgele seçilen altışar hayvan doku örneği elde etmek amacıyla sakrifiye edildi. Elde edilen doku örneklerinde lamina propria kalınlıkları, histopatolojik olarak; inflamasyon şiddeti, epitelyal rejenerasyon, ödem, hiyalüronik asit, kolajen, elastin ve immünohistokimyasal olarak TGF-β1, FGF2 ve HGF sitokinleri değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızın erken dönem bulgularında; sistemik tedavi grubu, shama göre daha az inflamasyon, daha fazla epitelyal rejenerasyon ve lamina propria kalınlığı göstermiştir. Diğer ölçümler ise gruplar arasında farklılık gösterse de istatistiksel anlamlı düzeyde değildir. Geç dönem bulgularda; sistemik ve lokal tedavi gruplarında, shama kıyasla; lamina propria kalınlığı, elastin ve HGF ölçümlerinde, daha yüksek skorlar alınmış, kolajen ise anlamlı düzeyde azalmıştır. Yine sistemik uygulama, geç dönemde TGF-β1' yi azaltma, HA ve FGF2 'nin yüksek kalması noktasında ise başarılı olmuştur. Epitelyal rejenerasyon ise gruplar arasında geç dönem farklılık göstermemiştir. Gruplar kendi içlerinde değerlendirildiğinde, tümünde erken dönemle kıyaslandığında geç dönemde; inflamasyon ve ödem azalırken, kolajen ve elastin ise anlamlı farklılık göstermemiştir. Epitelyal rejenerasyon, tüm gruplarda geç dönemde artmış, TGF-β1 tedavi gruplarında azalmış, HGF ve FGF2 ise sham grubunda azalmıştır. HA, sham ve lokal tedavi gruplarında geç dönemde anlamlı düzeyde düşüş kaydederken, sistemik tedavi grubunda bu düşüş anlamlı düzeyde olmamıştır. Lamina propria kalınlığı ise tedavi gruplarında, erken döneme göre geç dönemde anlamlı şekilde artış göstermiştir. Sonuç: Farklı yöntemler ile uygulanan Krosin tedavisi, vokal kord hasarı sonrası erken ve geç dönemde çeşitli parametreler üzerinde, yara iyileşmesi üzerinde olumlu ve fibrozisi azaltıcı etkiler göstermiştir. Bununla birlikte bu tedavinin etkinliği ve uygulanabilirliği hususunda daha geniş kapsamlı preklinik ve klinik çalışmalara gereksinim vardır.
  • Öğe
    Nsaıd kullanımının metabolik değerler üzerindeki etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Bayrambey Altınışık, Funda Buse; Kılınçarslan, Mehmet Göktuğ
    Amaç: Çalışmamızın amacı Tıp Fakültesi Hastanesi Aile Hekimliği polikliniğine başvuran hastalarda NSAID kullanımının metabolik değerler üzerindeki etkisini incelemektir. Yöntem: Kesitsel analitik dizaynda yapılan bu araştırmanın evreni, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi'ne 01/12/2023 -01/06/2024 tarihleri arasında başvuran, 18 yaş üstü, soruları yanıtlama kapasitesine sahip ve metabolik değerleri istenmiş tahlil sonuçları için gelen kişiler araştırmacı tarafından çalışma konusunda bilgilendirilip çalışmaya davet edilmiştir, kabul edenler (onay verenler) ile çalışma yapılmıştır. Anket soruları araştırmacı tarafından okunup cevapları yine araştırmacı tarafından kaydedilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 90 (%45,2) erkek, 109 (%54,8) kadın olmak üzere 199 kişi katıldı. Katılanların yaş ortalaması 59,75 +/- 14,43'dü. Katılımcıların metabolik değerlerinin ortalaması; Kreatinin 0,84mg/dl, LDL kolesterol 108 mg/dl, HbA1c 6,09mmol/mol, AST 17,9 IU/L, ALT 18,6 IU/L, sistolik tansiyon 128,9 mmHg, diyastolik tansiyon ise 78,9 mmHg'dı Katılımcıların NSAID kullanımları ile sistolik tansiyonları arasında pozitif yönlü anlamlı bir ilişki vardı. LDL kolesterol AST-ALT, Kreatinin, HbA1c ve diyastolik tansiyon düzeyleri ile NSAID kullanımı arasında ilişki bulunamadı. Sonuç: Katılımcıların NSAID kullanımları ile sistolik tansiyonları arasında pozitif yönlü anlamlı bir ilişki vardı. NSAID kullanımındaki bir birimlik artış sistolik tansiyon düzeylerinde 0,12 mmHg artışa neden olmaktadır.
  • Öğe
    Ratlarda deneysel olarak L-arginin ile oluşturulan akut pankreatit modelinde Dekspanthenol'ün etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2013) Kaydan, Serkan; Arık, Kasım
    Akut pankreatit tıpdaki tüm gelişmelere rağmen halen ciddi bir morbidite ve mortalite nedeni olarak önemini korumaktadır. Ancak halen fizyopatolojisi tam olarak aydınlatılamadığı için akut pankreatit ve komplikasyonlarının tedavisinde kullanılabilecek farmakolojik ajanlarla ilgili araştırmalar devam etmektedir. Akut pankreatit fizyopatolojisinde proteolitik enzimlerin aktivasyonunun yanında, immun yanıt ve inflamasyon sonucunda ortaya çıkan sitokinlerin ve serbest oksijen radikallerinin neden olduğu sürecin yer aldığı günümüzde en çok kabul gören görüş olmuş ve çalışmalar bu yönde ağırlık kazanmıştır. Amaç: Bu çalışmada antioksidan, lipid peroksidasyonunu azaltıcı ve antiinflamatuar etkilerinin yanında, yara iyileşmesi üzerine de olumlu etkileri gösterilmiş olan dekspantenolün, ratlarda L-Arginin ile oluşturulan deneysel akut pankreatit modelinde doku düzeyinde ve kan biyokimyasal parametreleri üzerine etkileri araştırıldı. Yöntem: Çalışmada 40 rat 4 eşit gruba bölündü (n=10). Grup 1?e 0. 12. 24. 36. 48. ve 60. saatlerde yalnızca intraperitoneal %0,9 NaCl yapıldı. Grup 2, Grup 3 ve Grup 4?e 400mg/100gr dozunda L-arginin birer saat arayla iki doz intraperitoneal olarak uygulandı, ardından 24. ve 48. saatlerde aynı doz tekrarlanarak şiddetli akut pankreatit oluşturulması amaçlandı. İlk L-arginin dozundan sonraki 12. 24. 36. 48. ve 60. saatlerde Grup 3?e 250mg/kg, Grup 4?e 500mg/kg dozunda dekspantenol sistemik etki oluşturmak üzere intraperitoneal olarak uygulandı. 72. saatte tüm ratlar sakrifiye edilerek pankreas ve peripankreatik yağlı dokular alındı, Hematoksilen+Eosin ile boyanıp histopatolojik olarak pankreas dokusunda ödem, asiner hücre nekrozu, hemoraji, inflamasyon ve perivasküler infiltrasyon; peripankreatik yağlı dokuda ise inflamasyon ve yağ nekrozu skorlarına bakıldı. Alınan kan örneklerinde Amilaz, ALT, AST, LDH, CRP ve Lökosit çalışıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: L-Arginin verilen Grup 2, Grup 3 ve Grup 4?te akut pankreatit geliştiği yüksek amilaz düzeyleri ve histopatolojik inceleme ile saptandı. Biyokimyasal değişkenlere göre grupların ikili karşılaştırma sonuçlarında tüm parametrelerde doz bağımsız olarak Grup 3 ve Grup 4?ün değerleri, Grup 2?den istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük saptandı. Histopatolojik değişkenlerin analizinde asiner hücre nekrozu, inflamasyon/perivasküler infiltrasyon ve toplam pankreas hasar skorları açısından Grup 4?ün değerleri Grup 2?ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük saptandı. Grup 3?ün değerleri Grup 2?ye göre daha düşük olsa da bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Bununla birlikte ikili karşılaştırma sonuçlarında Grup 3 ile Grup 4 arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Sonuçlar değerlendirildiğinde dekspanenolün akut pankreatit üzerine antioksidan ve antiinflamatuar etkisinin doz bağımsız olduğu görüldü. Sonuç: Deneysel akut pankreatit modelinde yapılan bu çalışmadan elde edilen bulgular, akut pankreatit tedavi rejimlerinde antioksidan, antiinflamatuar ve yara iyileşmesine olumlu katkıları olduğu gösterilmiş olan dekspantenolün pankreas hasarının önlenmesine katkı sağlayacağı yönündedir. Anahtar kelimeler: Deneysel akut pankreatit, inflamatuar sitokinler, serbest oksijen radikalleri, L-Arginin, Dekspantenol.
  • Öğe
    Sistemik karnitin uygulamasının deneysel sepsis modelinde kolon anastomozu iyileşmesi üzerine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2014) Ercan, Umut; Özkan, Ömer Faruk
    Kolorektal cerrahi sonrası gelişen anastomoz kaçakları günümüzde halen yüksek mortalite ve morbiditeyle seyretmekte, uzun hastanede yatış süresine ve tedavi maliyetinin artmasına neden olmaktadır. Gerek acil, gerekse elektif olarak yapılan operasyonlarda intraperitoneal enfeksiyon olması durumunda kaçak riski artmakta, buna bağlı olarak da primer anastomozdan kaçınılmakta ve çok basamaklı prosedürler tercih edilmektedir. Fakat bunun yerine rezeksiyon ve primer anastomoz ile koruyucu ostomi ya da rezeksiyon ve ostomi tercih edildiğinde de komplikasyonlar oluşabileceği ve benzer oranlarda mortalite riski olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple anastomoz komplikasyonlarının önlenmesinde kullanılabilecek farmakolojik ajanlarla ilgili araştırmalar günümüzde de devam etmektedir. Amaç: Bu çalışmada antioksidan ve enerji oluşumunda görev alan, yapılan deneysel çalışmalarla yara iyileşmesi üzerine de olumlu etkileri gösterilmiş olan L-Karnitin'in, ratlarda çekal ligasyon ve delme ile oluşturulan deneysel sepsis modelinde, kolon anastomozu iyileşmesi üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada 40 adet Spraque-Dawley cinsi rat kullanıldı. Ratlar rastgele onarlı gruplar halinde 4 gruba ayrıldı (n=10). Grup 1 ve Grup 2'ye Laparatomi ve kolon anastomozu yapıldı. Grup 3 ve 4 'te Çekal bağlama ve delme (ÇBD) ve kolon anastomozu yapıldı. Grup 1 ve 3'teki ratlara 15 mL/kg intraperitoneal 0,9 % izotonik NaCl, Grup 2 ve 4'teki ratlara 100 mg/kg intraperitoneal L-Karnitin uygulandı. Post-op 5. günde ratlar sakrifiye edilerek anastomoz yapılan kolon segmenti alındı. Anastomoz patlama basıncı ölçüldü. Hematoksilen+Eosin ile boyanıp histopatolojik olarak değerlendirildi. Doku hidroksiprolin miktarına bakıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: L-karnitinin uygulandığı grupta deneklerde anastomoz patlama basıncı ve histopatolojik sonuçları hem enfekte olmayan batında, hem de peritonit varlığında, kontrol gruplarından istatiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunurken, hidroskiprolin düzeyi de daha yüksek saptanmış olmakla beraber bu parametre açısından istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Sonuç: Deneysel sepsis modelinde yapılan bu çalışmadan elde edilen bulgular, hem peritonit varlığında hem de enfekte olmayan karında gerçekleştirilen anastomozlarda; yapılan çalışmalarla antioksidan, antiinflamatuar ve yara iyileşmesine olumlu katkıları olduğu gösterilmiş olan L-Karnitin'in intraperitoneal uygulanmasının iyileşmeyi olumlu yönde etkileyerek anastomoz güvenliğinin artmasına katkı sağlayacağı yönündedir. Anahtar kelimeler: Kolon anastomozu, anastomoz iyileşmesi, çekal delme ve bağlama, L-karnitin.
  • Öğe
    Romatoid artritli hastalarda osteosarkopeninin kinezyofobi ve yaşam kalitesine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Yıldız, Fatma; Zateri, Coşkun
    Amaç: Romatoid artrit (RA) nedeni tam olarak bilinemeyen, kronik, inflamatuar, genellikle periferik eklemlerde simetrik sinovite neden olan multisistemik otoimmün bir hastalıktır. Hastalık seyri boyunca kas iskelet sistemi tutulumları sık olarak karşılaşılan durumlardır. RA, kronik ağrıyla ve fonksiyon kayıpları ile giden hastalıklar içerisinde yer aldığı için bu hastalarda yüksek kinezyofobi düzeyi ve düşük yaşam kalitesi öngörülmektedir. RA hastalığının mevcut durumuna osteosarkopeni eklenmesi ile bu durumun daha da artabileceğini düşünmekteyiz. Bizim amacımız en sık karşılaşılan inflamatuvar romatizmal hastalık olan RA'da osteosarkopeninin kinezyofobi ve yaşam kalitesine etkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamıza, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Polikliniği'nde takipli ve 2010 ACR/EULAR sınıflama kriterlerine göre RA tanısı almış 50 hasta ve 50 postmenopozal olgu dâhil edildi. Tüm olguların demografik ve hastalıkla ilişkili bilgileri sorgulandı. Vücut empedans analizi (BIA, body impedance analyzer) ile vücut kompozisyonları değerlendirildi ve iskelet kas kütle indeksi (SMI) değerleri hesaplandı. Bunun yanında Jamar dinamometresi ile kas güçleri, kısa fiziksel performans bataryası (SPPB, short physical performance battery) ile fiziksel performansları değerlendirilerek Avrupa Yaşlılarda Sarkopeni Çalışma Grubu (EWGSOP) kriterlerine göre sarkopeni tanısı konuldu. Dual enerji X-ışını absorbsiyometrisi (DXA) ile osteoporoz durumları değerlendirildi. Hastaların kinezyofobi değerlendirmesi Tampa kinezyofobi skalası ile, yaşam kalitesi kısa form-36 (SF-36) anketi ile değerlendirildi. Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru-28 eritrosit sedimentasyon hızı (DAS28-ESH) ve C-reaktif protein (DAS28-CRP) ile değerlendirildi. Ağrı düzeyi görsel analog skalası (VAS) ile hastalığa bağlı fonksiyonel kısıtlılık ise sağlık değerlendirme anketi (HAQ) ile değerlendirildi. Bunların yanında katılımcıların son 1 yıl içindeki düşme öyküleri sorgulandı. Bulgular: Çalışmamızda 50 hasta, 50 kontrol olgu yer almıştır. Hasta grubunun SMI değeri ortalaması 9,65±0,89, kontrol grubunun ise 10,44±1,06'dır. Buna göre, hasta grubumuzda istatiksel olarak anlamlı düzeyde kas kütlesi daha düşük saptandı (p<0,001). Tampa skoru ortalaması hasta grubunda 43,64±6,02, kontrol grubunda ise 38,58±5,79'dir. Buna göre hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde kinezyofobi skorları daha yüksek saptandı (p<0,001). RA'lı hastalar arasında 12 (%24) kişide sarkopeni mevcuttu. Bunların 11 (%22)'inde osteosarkopeni, 1'inde (%2) ise sadece sarkopeni vardı. 27 (%54) kişide osteopeni/osteoporoz saptanırken 11 (%22) kişide ise ne osteopeni/osteoporoz ne de sarkopeni saptanmadı. Bu 11 kişi nonosteopenik/nonsarkopenik olarak gruplandırıldı. Kontrol grubunda ise osteosarkopeni sadece 1 (%2) hasta mevcuttu. Hasta ve kontrol grupları arasında osteosarkopeni, osteopeni/osteoporoz ve nonosteopeni/nonsarkopeni durumuna göre anlamlı farklılık saptanmıştır (p=0,006). RA'lı hastalar arasında yapılan karşılaştırmalarda Tampa skoru ortalamaları osteosarkopenik grupta 48,27±4,83, osteopenik/osteoporotik grupta 42,92±5,52, nonosteopenik/nonsarkopenik grupta 41,27±6,37 olarak saptandı. Gruplar arasında Tampa skoru ortalamaları açısından anlamlı fark saptanmıştır (p=0,007). Osteosarkopenik grubun Tampa skoru ortalaması, osteopenik/osteoporotik ve nonosteopenik/nonsarkopenik grubun ortalamasından daha yüksektir. İkili karşılaştırmada bu fark anlamlı olarak bulunmuştur (sırasıyla p=0,031, p=0,009). RA'lı hasta grubunda sarkopenili kişilerin Tampa skoru ortalaması 47,41±5,48, sarkopenili olmayanların ortalaması 42,44±5,74'dür ve bu fark istatiksel olarak anlamlıdır (p=0,010). RA'lı hasta grupları (osteosarkopenik, osteopeni/osteoporoz, nonosteopeni/nonsarkopeni) arasında SF-36 alt parametrelerinin ortalamaları osteosarkopeni grubunda nonosteopeni/nonsarkopeni grubuna göre daha düşük olarak saptanmıştır. Ancak gruplar arasında SF-36 alt parametreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05) Tampa skoru ile el sıkma gücü arasında negatif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: -0,321, p:0,023). Tampa skoru ile SPPB skoru arasında negatif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: -0,458 p:0,001). Tampa skoru ile HAQ skoru arasında pozitif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: 0,450 p:0,001). Yapılan regresyon analizinde Tampa skoru ile HAQ skoru arasında anlamlı ilişki tespit edildi (B=3,364, Beta=0,378, p=0,006). Sonuç: Çalışmamız RA'lı hastalarda kas gücünün, kas kitlesinin ve hastalıkla ilişkili fonksiyonelliğin kinezyofobinin önemli belirleyicilerinden olduğunu gösterdi. Bu kas kitlesi, kas gücündeki azalma ve bozulmuş fonksiyonellik, kronik ağrılı durumun bir sonucu olduğu düşünülebilir. Yani hastalık şiddeti ile korele olduğu görülmektedir. Kronik ağrı harekette kısıtlamaya neden olduğu gibi kas kitlesinde azalmaya ve kinezyofobi gelişimine neden olmaktadır. Yaşam kalitesi de kinezyofobi ile korele bulunmuştur. Bu çok yönlü etki nedeniyle kinezyofobi ve osteosarkopeni RA'da önemsenmeli, kinezyofobinin ve osteosarkopeninin gelişimini önlemek için gerekli girişimler yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Kinezyofobi, osteopeni, osteoporoz, romatoid artrit, sarkopeni, yaşam kalitesi
  • Öğe
    Lomber dejeneratif disk hastalığı bulunan hastalarda, spinal morfoloji ve paraspinal kas kitlesinin fonksiyonel durum ve kinezyofobi ile ilişkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Sualp, Emre; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Lomber disk dejenerasyonu; yaşlanma, travma, mekanik yüklenme ve genetik gibi faktörlerin oluşumunda etkili olduğu, karmaşık bir süreçtir. Uzun vadede, disklerdeki dejenerasyonla beraber vertebral kolonda, kolonu destekleyen kaslarda, ve spinal kolonun pelvise göre konumunda çeşitli değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler, hastalarda fonksiyonel kayıp ve psikosomatik bulguların ortaya çıkmasını tetikleyebilir. Çalışmadaki amacımız; disk dejenerasyonu olan hastalarda, spinal morfolojinin ve paraspinal kaslardaki yağlı dejenerasyonun, ağrı düzeyi , fonksiyonel durum ve kinezyofobi ile olan ilişkisini araştırmaktı. Yöntem: Çalışmamıza bel ağrısı nedeniyle polikliniğimize başvuran ve daha önce yapılan görüntüleme tetkikleri sonucunda, disk dejenerasyonu tesbit edilen 32'si kadın, 18'i erkek olmak üzere toplam 50 hasta alındı. Hastaların ayakta lateral lumbosakral grafileri üzerinden lomber lordoz, sakral slop, pelvik tilt ve pelvik insidens açıları ölçüldü. Lomber MR görüntüleri üzerinden, disk dejenerasyonu, Pfirrmann Sınıflandırmasına göre derecelendirilip, her hastanın Pfirrmann Skoru hesaplandı. Ayrıca vertebral son plaklardaki Modic değişiklikler kaydedildi. Paraspinal kaslardaki yağlı dejenerasyon Goutallier Sınıflandırılmasına göre evrelendirildi. Ağrı, vizüel analog skala ile; kinezyofobi, Tampa Kinezyofobi Ölçeği ile; fonksiyonellik düzeyi ise Revize Oswestry Bel Ağrısı Engellilik Anketi ile değerlendirildi. Bulgular: Hastalarda yaş ve VKİ arttıkça disk dejenerasyonu ve paraspinal kas yağlanmasının arttığı görüldü (p<0,001). Diskteki dejenerasyon düzeyi arttıkça paraspinal kaslarda yağlanma (p<0,001) ve vertebral son plaktaki Modic değişikliklerin arttığı görüldü. Modic tip 2 değişiklik için bu durum istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaştı (p<0,001). Yine disk dejenerasyonu ve ağrı ile kinezyofobi düzeyi arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı (p=0,02; p=0,02). Ağrı düzeyi arttıkça, kinezyofobi (p=0,02) ve engellilik düzeyinde (p=0,003) de artış olduğu görüldü. Yüksek kinezyofobi puanları olan hastalarda daha fazla engellilik düzeyi saptadık (p<0,001). Spinopelvik parametrelerle dejeneratif değişiklikler, kinezyofobi ve engellilik düzeyi arasında anlamlı bir ilişki görülmedi. Sonuç: Disk dejenerasyonu; paraspinal kas yağlanması ile paralellik göstermektedir. Disk ve vertebral son plaktaki dejeneratif değişiklikler ile kronik ağrının; kinezyofobiye veya fonksiyonel kısıtlanmaya neden olabileceği bulunmuştur. Spinopelvik parametreler ile kinezyofobi ve engellilik düzeyi ile alakalı daha fazla çalışma yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Disk dejenrasyonu, paraspinal yağlı dejenerasyon, Modic değişiklikler, spinopelvik parametreler, kinezyofobi, fonksiyonel durum
  • Öğe
    Ankilozan spondilitli erkek hastaların simfizis pubisindeki radyolojik değişiklikler ile hastalık aktivite parametrelerinin karşılaştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2018) Bilen, Arif; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Ankilozan Spondilit (AS), Spondilartropati konseptinin prototipi olup etyolojisi net olarak aydınlatılamamıştır. Genç yaşta başlayan, ağırlıklı olarak erkeklerde görülen, kronik, progresif, multisistemik ve inflamatuar bir romatizmal hastalıktır. Bu hastalığın aktivitesini belirlemede ve takibinde kullanılan çeşitli laboratuar, klinik ve radyolojik değerlendirme yöntemleri mevcuttur. Ankilozan Spondilit, karakteristik olarak sakroiliak eklemleri tutar. Ancak simfizis pubisin de bu hastalıkta etkilendiği görülür. Çalışmamız AS'li erkek hastalarda simfizis pubis tutulum prevalansını belirlemeyi ve bu tutulumun klinik hastalık aktivitesi ve omurgadaki diğer radyolojik bulgularla ilişkisini araştırmayı amaçlamaktadır. Yöntem: Çalışmamızda Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Polikliniğinde tedavisi sürdürülen ve 01.01.2016-20.09.2017 tarihleri arasında polikliniğimize kontrole gelen Ankilozan Spondilit tanılı 73 erkek hasta dahil edildi. Retrospektif yürütülen çalışmada takip edilen hastaların dosya bilgilerinden demografik verileri, genetik durumu (HLA-B27), hastalıkla ilgili klinik parametreleri, sakroiliak eklem grafisi ve omurga direkt grafileri incelendi. Klinik değerlendirmede; hastalık aktivitesi için Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi (BASDAI), spinal mobilite için Bath Ankilozan Spondilit Metroloji İndeksi (BASMI) ve fonksiyonel durum değerlendirmesinde Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi (BASFI) ile omurga VAS skoru kullanıldı. Servikal ve lomber lateral omurga radyografileri değerlendirilerek Modifiye Stoke Ankilozan Spondilit Spinal Skoru (M-SASSS) hesaplandı. Simfizis pubis değişiklikleri; 0 (hasar yok), 1 (ince düzensizlik ve / veya subkondral skleroz) , 2 (erozyon), 3 (kısmi ankiloz), 4 (total ankiloz) olarak derecelendirildi. Tüm grafiler aynı radyolog tarafından değerlendirildi. Hastaların simfizis pubis tutulum sıklığı belirlendi ve bu tutulumun, klinik ve radyolojik parametrelerle olan ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Çalışmamızda AS tanılı 73 erkek hasta yer aldı. Çalışma grubunun yaş ortalaması 41,2±11,8 yıldı. Hastalık süresi ortalaması 14,7±9,7 yıl, tedavi süresi ortalaması 8,7±6,5 yıldı. Toplamda 27 hastada evre 1, 8 hastada evre 2 ve 10 hastada evre 3 olmak üzere hastaların 45'inde (%61.7) radyolojik olarak simfizis pubis tutulumu görülürken, 28 (%38.3) hastada tutulum saptanmadı. Simfizis pubis tutulumu olan (evre1-4) hastaların yaş ortalaması (43,9±12,6) tutulum olmayan (evre 0) hastaların ortalamasından (36,9±9,0) daha yüksekti ve aradaki bu fark istatistiksel açıdan anlamlıydı (p=0.026). Simfizis pubis tutulumu olan hastaların M-SASSS ortalaması (15,9±11,9), tutulum olmayan hastaların ortalamasından (8,4±7,4) daha yüksekti ve simfizis pubis tutulumu ile M-SASSS arasında istatistiksel açıdan anlamlı pozitif korelasyon tespit edildi (p=0.002). Her iki grubu kıyasladığımızda; simfizis pubis tutulumu olan hastaların BASDAİ ve BASMİ ortalamaları (sırasıyla 3,2±2,3 ve 2,3±2,1), tutulum olmayanların ortalamasından (sırasıyla 3,1±2,0 ve 1,7±2,3) daha yüksekti ancak istatistiksel açıdan anlamlı oranda değildi (sırasıyla p=0,973 ve p: 0,105). Sonuç: Erkek AS hastalarında simfizis pubis tutulum oranı %61.7 olarak bulundu. Simfizis pubis tutulumu ile yaş ve M-SASSS skorları arasında istatistiksel açıdan anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Bu sonuçlar, simfizis pubis tutulumunun AS hastalığının ortak bir bulgusu olduğunu ve hastalık aktivitesini değerlendirmede kullanılabilecek bir parametre olduğunu düşündürmüştür. Anahtar Kelimeler: Ankilozan spondilit, Simfizis Pubis, Modifiye Stoke Ankilozan Spondilit Spinal Skoru
  • Öğe
    Dejeneratif skolyozun, osteoporoz ve spinopelvik açılarla ilişkisi ve günlük yaşam aktivitesi, depresyon ve yaşam kalitesi üzerine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2021) Miğal, Sezer; Zateri, Coşkun
    Amaç: Erişkin skolyozu, hem yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemesi hem ağrı ve kozmetik problem oluşturması yanında, tedavi için önemli ölçüde sağlık harcaması gerektirdiğinden, hastalığın nedenlerini ve sıklığını ortaya koymak oldukça önemlidir. Erişkin skolyozu adolesan idiopatik skolyozun devamı niteliğinde olan erişkin idiopatik skolyoz, omurganın primer olarak progresif dejeneratif değişikliklerine sekonder gelişen dejeneratif skolyoz ve bacak uzunluk farkına neden olabilecek kalça veya vertebral anomaliler ile metabolik kemik hastalıklarının neden olduğu skolyoz olarak başlıca üç grupta inceleyebiliriz. Skolyozun omurganın her üç planda oluşturduğu eğrilik hastalar üzerinde bel boyun sırt ağrısı yanında fonksiyonel kayba, yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkiye, depresyon gelişimine neden olabilir. Çalışmadaki amacımız; erişkin skolyozu olan hastaların sıklığını saptamak, skolyozun osteoporoz ve spinopelvik parametrelerle ilişkisi ile birlikte depresyon ve yaşam kalitesi üzerine etkilerini araştırmaktır. Yöntem: 01.07.2020-01.04.2021 tarihleri arasında polikliniğimize herhangi bir nedenle başvuran 50 yaş üstü ve çalışmamıza katılmaya gönüllü toplam 221 kişi araştırmamıza dahil edildi. Bu olguların skolyoz grafileri çekildi. Bütün radyografiler PACS sisteminden alınarak Surgimap v2.3.2.1 programına yüklendi. Bu program üzerinden tüm katılımcıların spinopelvik ölçümleri ve skolyozu olanların Cobb açıları ölçüldü. Osteoporoz değerlendirmesi için olguların Dual- Energy X-ray Absorbsiyometre (DEXA) sonuçları (T skorları ve kemik mineral yoğunluğu (KMY)) kayedildi. Osteoporoz değerlendirmesi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) osteoporoz sınıflamasına göre yapıldı. Tüm olguların, yaşam kalitesi düzeyi short form (SF)-36 ve Scoliosis Research Society (SRS)-22 anketleri, fonksiyonellik düzeyi İstanbul bel ağrısı dizabilite indeksi, depresyon düzeyi Beck depresyon ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda polikliniğimize herhangi bir nedenle başvuran 50 yaş üstü kişilerde skolyoz sıklığını %23,1 olarak saptadık. Erişkin skolyoz oranı kadınlarda erkeklere göre daha fazla görülmesine karşılık istatistiksel olarak anlamlı düzeyde değildi (%24,6'ya karşı %16,7). Skolyoz hastalarımızın yaş ortalamasının skolyozu olmayanlara göre anlamlı olarak yüksek olduğunu saptadık (p<0,001)(65,8'e karşı %61,4). Osteoporozu olan skolyoz hastalarında sagital vertikal aks, torakal kifoz, lomber lordoz, pelvik tilt, sakral slop, pelvik insidans, global tilt, ve T1 pelvik açı değerlerini daha yüksek saptadık. Fakat skolyozlu hastalarda osteoporozun olup olmaması spinopelvik parametreleri anlamlı şekilde etkilememektedir. Kompresyon kırığı olan skolyoz hastalarında pozitif sagital imbalansı yansıtan Global tilt (GT), T1 pelvik açı (T1PA) değerinin arttığını gördük (p=0,009). Skolyozu olanların olmayanlara göre femur T skoru ve KMY değerlerini anlamlı şekilde düşük saptadık. Skolyoz yaşam kalitesini, fonksiyonel durumu ve dizabiliteyi anlamlı derecede olumsuz etkilemektedir. SRS-22, SF-36, Beck depresyon ölçeği ve İstanbul bel ağrısı dizabilite indeksi skolyoz hastalarımızda skolyoz olmayanlara göre kötü sonuçlarla ilişkilidir (p<0,05). Skolyoz tipleri arasında spinopelvik parametrelerde ve yaşam kalitesi, depresyon, fonksiyonel durum arasında farklılık saptamadık. Sonuç: Gelişmiş toplumlarda beklenen ortalama yaşam süresinin artması, önemli bir halk sağlığı sorunu olan ve ileri yaşta daha sık görülen erişkin skolyoz ile osteoporozun iyi bilinmesini gerektirmektedir. İdiyopatik, primer ve sekonder dejeneratif skolyozun yaşam kalitesi üzerindeki etkisi benzerdir. Erişkin skolyozun tüm formları yaşam kalitesi, fonksiyonel durum ve depresyonu olumsuz etkilemektedir. Bu olumsuz etki spinal deformitenin sagital planda pozitif veya negatif imbalansı ile yakından ilişkilidir. Spinopelvik parametrelerin klinik ile korelasyonunun iyi bilinmesi hastaların tedavisini planlanmada hekimlere rehberlik edecektir.