Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 369
  • Öğe
    Ratlarda deneysel olarak L-arginin ile oluşturulan akut pankreatit modelinde Dekspanthenol'ün etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2013) Kaydan, Serkan; Arık, Kasım
    Akut pankreatit tıpdaki tüm gelişmelere rağmen halen ciddi bir morbidite ve mortalite nedeni olarak önemini korumaktadır. Ancak halen fizyopatolojisi tam olarak aydınlatılamadığı için akut pankreatit ve komplikasyonlarının tedavisinde kullanılabilecek farmakolojik ajanlarla ilgili araştırmalar devam etmektedir. Akut pankreatit fizyopatolojisinde proteolitik enzimlerin aktivasyonunun yanında, immun yanıt ve inflamasyon sonucunda ortaya çıkan sitokinlerin ve serbest oksijen radikallerinin neden olduğu sürecin yer aldığı günümüzde en çok kabul gören görüş olmuş ve çalışmalar bu yönde ağırlık kazanmıştır. Amaç: Bu çalışmada antioksidan, lipid peroksidasyonunu azaltıcı ve antiinflamatuar etkilerinin yanında, yara iyileşmesi üzerine de olumlu etkileri gösterilmiş olan dekspantenolün, ratlarda L-Arginin ile oluşturulan deneysel akut pankreatit modelinde doku düzeyinde ve kan biyokimyasal parametreleri üzerine etkileri araştırıldı. Yöntem: Çalışmada 40 rat 4 eşit gruba bölündü (n=10). Grup 1?e 0. 12. 24. 36. 48. ve 60. saatlerde yalnızca intraperitoneal %0,9 NaCl yapıldı. Grup 2, Grup 3 ve Grup 4?e 400mg/100gr dozunda L-arginin birer saat arayla iki doz intraperitoneal olarak uygulandı, ardından 24. ve 48. saatlerde aynı doz tekrarlanarak şiddetli akut pankreatit oluşturulması amaçlandı. İlk L-arginin dozundan sonraki 12. 24. 36. 48. ve 60. saatlerde Grup 3?e 250mg/kg, Grup 4?e 500mg/kg dozunda dekspantenol sistemik etki oluşturmak üzere intraperitoneal olarak uygulandı. 72. saatte tüm ratlar sakrifiye edilerek pankreas ve peripankreatik yağlı dokular alındı, Hematoksilen+Eosin ile boyanıp histopatolojik olarak pankreas dokusunda ödem, asiner hücre nekrozu, hemoraji, inflamasyon ve perivasküler infiltrasyon; peripankreatik yağlı dokuda ise inflamasyon ve yağ nekrozu skorlarına bakıldı. Alınan kan örneklerinde Amilaz, ALT, AST, LDH, CRP ve Lökosit çalışıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: L-Arginin verilen Grup 2, Grup 3 ve Grup 4?te akut pankreatit geliştiği yüksek amilaz düzeyleri ve histopatolojik inceleme ile saptandı. Biyokimyasal değişkenlere göre grupların ikili karşılaştırma sonuçlarında tüm parametrelerde doz bağımsız olarak Grup 3 ve Grup 4?ün değerleri, Grup 2?den istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük saptandı. Histopatolojik değişkenlerin analizinde asiner hücre nekrozu, inflamasyon/perivasküler infiltrasyon ve toplam pankreas hasar skorları açısından Grup 4?ün değerleri Grup 2?ye göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük saptandı. Grup 3?ün değerleri Grup 2?ye göre daha düşük olsa da bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Bununla birlikte ikili karşılaştırma sonuçlarında Grup 3 ile Grup 4 arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Sonuçlar değerlendirildiğinde dekspanenolün akut pankreatit üzerine antioksidan ve antiinflamatuar etkisinin doz bağımsız olduğu görüldü. Sonuç: Deneysel akut pankreatit modelinde yapılan bu çalışmadan elde edilen bulgular, akut pankreatit tedavi rejimlerinde antioksidan, antiinflamatuar ve yara iyileşmesine olumlu katkıları olduğu gösterilmiş olan dekspantenolün pankreas hasarının önlenmesine katkı sağlayacağı yönündedir. Anahtar kelimeler: Deneysel akut pankreatit, inflamatuar sitokinler, serbest oksijen radikalleri, L-Arginin, Dekspantenol.
  • Öğe
    Sistemik karnitin uygulamasının deneysel sepsis modelinde kolon anastomozu iyileşmesi üzerine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2014) Ercan, Umut; Özkan, Ömer Faruk
    Kolorektal cerrahi sonrası gelişen anastomoz kaçakları günümüzde halen yüksek mortalite ve morbiditeyle seyretmekte, uzun hastanede yatış süresine ve tedavi maliyetinin artmasına neden olmaktadır. Gerek acil, gerekse elektif olarak yapılan operasyonlarda intraperitoneal enfeksiyon olması durumunda kaçak riski artmakta, buna bağlı olarak da primer anastomozdan kaçınılmakta ve çok basamaklı prosedürler tercih edilmektedir. Fakat bunun yerine rezeksiyon ve primer anastomoz ile koruyucu ostomi ya da rezeksiyon ve ostomi tercih edildiğinde de komplikasyonlar oluşabileceği ve benzer oranlarda mortalite riski olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple anastomoz komplikasyonlarının önlenmesinde kullanılabilecek farmakolojik ajanlarla ilgili araştırmalar günümüzde de devam etmektedir. Amaç: Bu çalışmada antioksidan ve enerji oluşumunda görev alan, yapılan deneysel çalışmalarla yara iyileşmesi üzerine de olumlu etkileri gösterilmiş olan L-Karnitin'in, ratlarda çekal ligasyon ve delme ile oluşturulan deneysel sepsis modelinde, kolon anastomozu iyileşmesi üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada 40 adet Spraque-Dawley cinsi rat kullanıldı. Ratlar rastgele onarlı gruplar halinde 4 gruba ayrıldı (n=10). Grup 1 ve Grup 2'ye Laparatomi ve kolon anastomozu yapıldı. Grup 3 ve 4 'te Çekal bağlama ve delme (ÇBD) ve kolon anastomozu yapıldı. Grup 1 ve 3'teki ratlara 15 mL/kg intraperitoneal 0,9 % izotonik NaCl, Grup 2 ve 4'teki ratlara 100 mg/kg intraperitoneal L-Karnitin uygulandı. Post-op 5. günde ratlar sakrifiye edilerek anastomoz yapılan kolon segmenti alındı. Anastomoz patlama basıncı ölçüldü. Hematoksilen+Eosin ile boyanıp histopatolojik olarak değerlendirildi. Doku hidroksiprolin miktarına bakıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: L-karnitinin uygulandığı grupta deneklerde anastomoz patlama basıncı ve histopatolojik sonuçları hem enfekte olmayan batında, hem de peritonit varlığında, kontrol gruplarından istatiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunurken, hidroskiprolin düzeyi de daha yüksek saptanmış olmakla beraber bu parametre açısından istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Sonuç: Deneysel sepsis modelinde yapılan bu çalışmadan elde edilen bulgular, hem peritonit varlığında hem de enfekte olmayan karında gerçekleştirilen anastomozlarda; yapılan çalışmalarla antioksidan, antiinflamatuar ve yara iyileşmesine olumlu katkıları olduğu gösterilmiş olan L-Karnitin'in intraperitoneal uygulanmasının iyileşmeyi olumlu yönde etkileyerek anastomoz güvenliğinin artmasına katkı sağlayacağı yönündedir. Anahtar kelimeler: Kolon anastomozu, anastomoz iyileşmesi, çekal delme ve bağlama, L-karnitin.
  • Öğe
    Romatoid artritli hastalarda osteosarkopeninin kinezyofobi ve yaşam kalitesine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Yıldız, Fatma; Zateri, Coşkun
    Amaç: Romatoid artrit (RA) nedeni tam olarak bilinemeyen, kronik, inflamatuar, genellikle periferik eklemlerde simetrik sinovite neden olan multisistemik otoimmün bir hastalıktır. Hastalık seyri boyunca kas iskelet sistemi tutulumları sık olarak karşılaşılan durumlardır. RA, kronik ağrıyla ve fonksiyon kayıpları ile giden hastalıklar içerisinde yer aldığı için bu hastalarda yüksek kinezyofobi düzeyi ve düşük yaşam kalitesi öngörülmektedir. RA hastalığının mevcut durumuna osteosarkopeni eklenmesi ile bu durumun daha da artabileceğini düşünmekteyiz. Bizim amacımız en sık karşılaşılan inflamatuvar romatizmal hastalık olan RA'da osteosarkopeninin kinezyofobi ve yaşam kalitesine etkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamıza, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Polikliniği'nde takipli ve 2010 ACR/EULAR sınıflama kriterlerine göre RA tanısı almış 50 hasta ve 50 postmenopozal olgu dâhil edildi. Tüm olguların demografik ve hastalıkla ilişkili bilgileri sorgulandı. Vücut empedans analizi (BIA, body impedance analyzer) ile vücut kompozisyonları değerlendirildi ve iskelet kas kütle indeksi (SMI) değerleri hesaplandı. Bunun yanında Jamar dinamometresi ile kas güçleri, kısa fiziksel performans bataryası (SPPB, short physical performance battery) ile fiziksel performansları değerlendirilerek Avrupa Yaşlılarda Sarkopeni Çalışma Grubu (EWGSOP) kriterlerine göre sarkopeni tanısı konuldu. Dual enerji X-ışını absorbsiyometrisi (DXA) ile osteoporoz durumları değerlendirildi. Hastaların kinezyofobi değerlendirmesi Tampa kinezyofobi skalası ile, yaşam kalitesi kısa form-36 (SF-36) anketi ile değerlendirildi. Hastalık aktivitesi hastalık aktivite skoru-28 eritrosit sedimentasyon hızı (DAS28-ESH) ve C-reaktif protein (DAS28-CRP) ile değerlendirildi. Ağrı düzeyi görsel analog skalası (VAS) ile hastalığa bağlı fonksiyonel kısıtlılık ise sağlık değerlendirme anketi (HAQ) ile değerlendirildi. Bunların yanında katılımcıların son 1 yıl içindeki düşme öyküleri sorgulandı. Bulgular: Çalışmamızda 50 hasta, 50 kontrol olgu yer almıştır. Hasta grubunun SMI değeri ortalaması 9,65±0,89, kontrol grubunun ise 10,44±1,06'dır. Buna göre, hasta grubumuzda istatiksel olarak anlamlı düzeyde kas kütlesi daha düşük saptandı (p<0,001). Tampa skoru ortalaması hasta grubunda 43,64±6,02, kontrol grubunda ise 38,58±5,79'dir. Buna göre hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde kinezyofobi skorları daha yüksek saptandı (p<0,001). RA'lı hastalar arasında 12 (%24) kişide sarkopeni mevcuttu. Bunların 11 (%22)'inde osteosarkopeni, 1'inde (%2) ise sadece sarkopeni vardı. 27 (%54) kişide osteopeni/osteoporoz saptanırken 11 (%22) kişide ise ne osteopeni/osteoporoz ne de sarkopeni saptanmadı. Bu 11 kişi nonosteopenik/nonsarkopenik olarak gruplandırıldı. Kontrol grubunda ise osteosarkopeni sadece 1 (%2) hasta mevcuttu. Hasta ve kontrol grupları arasında osteosarkopeni, osteopeni/osteoporoz ve nonosteopeni/nonsarkopeni durumuna göre anlamlı farklılık saptanmıştır (p=0,006). RA'lı hastalar arasında yapılan karşılaştırmalarda Tampa skoru ortalamaları osteosarkopenik grupta 48,27±4,83, osteopenik/osteoporotik grupta 42,92±5,52, nonosteopenik/nonsarkopenik grupta 41,27±6,37 olarak saptandı. Gruplar arasında Tampa skoru ortalamaları açısından anlamlı fark saptanmıştır (p=0,007). Osteosarkopenik grubun Tampa skoru ortalaması, osteopenik/osteoporotik ve nonosteopenik/nonsarkopenik grubun ortalamasından daha yüksektir. İkili karşılaştırmada bu fark anlamlı olarak bulunmuştur (sırasıyla p=0,031, p=0,009). RA'lı hasta grubunda sarkopenili kişilerin Tampa skoru ortalaması 47,41±5,48, sarkopenili olmayanların ortalaması 42,44±5,74'dür ve bu fark istatiksel olarak anlamlıdır (p=0,010). RA'lı hasta grupları (osteosarkopenik, osteopeni/osteoporoz, nonosteopeni/nonsarkopeni) arasında SF-36 alt parametrelerinin ortalamaları osteosarkopeni grubunda nonosteopeni/nonsarkopeni grubuna göre daha düşük olarak saptanmıştır. Ancak gruplar arasında SF-36 alt parametreleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05) Tampa skoru ile el sıkma gücü arasında negatif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: -0,321, p:0,023). Tampa skoru ile SPPB skoru arasında negatif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: -0,458 p:0,001). Tampa skoru ile HAQ skoru arasında pozitif yönlü orta düzeyli anlamlı korelasyon saptanmıştır (r: 0,450 p:0,001). Yapılan regresyon analizinde Tampa skoru ile HAQ skoru arasında anlamlı ilişki tespit edildi (B=3,364, Beta=0,378, p=0,006). Sonuç: Çalışmamız RA'lı hastalarda kas gücünün, kas kitlesinin ve hastalıkla ilişkili fonksiyonelliğin kinezyofobinin önemli belirleyicilerinden olduğunu gösterdi. Bu kas kitlesi, kas gücündeki azalma ve bozulmuş fonksiyonellik, kronik ağrılı durumun bir sonucu olduğu düşünülebilir. Yani hastalık şiddeti ile korele olduğu görülmektedir. Kronik ağrı harekette kısıtlamaya neden olduğu gibi kas kitlesinde azalmaya ve kinezyofobi gelişimine neden olmaktadır. Yaşam kalitesi de kinezyofobi ile korele bulunmuştur. Bu çok yönlü etki nedeniyle kinezyofobi ve osteosarkopeni RA'da önemsenmeli, kinezyofobinin ve osteosarkopeninin gelişimini önlemek için gerekli girişimler yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Kinezyofobi, osteopeni, osteoporoz, romatoid artrit, sarkopeni, yaşam kalitesi
  • Öğe
    Lomber dejeneratif disk hastalığı bulunan hastalarda, spinal morfoloji ve paraspinal kas kitlesinin fonksiyonel durum ve kinezyofobi ile ilişkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Sualp, Emre; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Lomber disk dejenerasyonu; yaşlanma, travma, mekanik yüklenme ve genetik gibi faktörlerin oluşumunda etkili olduğu, karmaşık bir süreçtir. Uzun vadede, disklerdeki dejenerasyonla beraber vertebral kolonda, kolonu destekleyen kaslarda, ve spinal kolonun pelvise göre konumunda çeşitli değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler, hastalarda fonksiyonel kayıp ve psikosomatik bulguların ortaya çıkmasını tetikleyebilir. Çalışmadaki amacımız; disk dejenerasyonu olan hastalarda, spinal morfolojinin ve paraspinal kaslardaki yağlı dejenerasyonun, ağrı düzeyi , fonksiyonel durum ve kinezyofobi ile olan ilişkisini araştırmaktı. Yöntem: Çalışmamıza bel ağrısı nedeniyle polikliniğimize başvuran ve daha önce yapılan görüntüleme tetkikleri sonucunda, disk dejenerasyonu tesbit edilen 32'si kadın, 18'i erkek olmak üzere toplam 50 hasta alındı. Hastaların ayakta lateral lumbosakral grafileri üzerinden lomber lordoz, sakral slop, pelvik tilt ve pelvik insidens açıları ölçüldü. Lomber MR görüntüleri üzerinden, disk dejenerasyonu, Pfirrmann Sınıflandırmasına göre derecelendirilip, her hastanın Pfirrmann Skoru hesaplandı. Ayrıca vertebral son plaklardaki Modic değişiklikler kaydedildi. Paraspinal kaslardaki yağlı dejenerasyon Goutallier Sınıflandırılmasına göre evrelendirildi. Ağrı, vizüel analog skala ile; kinezyofobi, Tampa Kinezyofobi Ölçeği ile; fonksiyonellik düzeyi ise Revize Oswestry Bel Ağrısı Engellilik Anketi ile değerlendirildi. Bulgular: Hastalarda yaş ve VKİ arttıkça disk dejenerasyonu ve paraspinal kas yağlanmasının arttığı görüldü (p<0,001). Diskteki dejenerasyon düzeyi arttıkça paraspinal kaslarda yağlanma (p<0,001) ve vertebral son plaktaki Modic değişikliklerin arttığı görüldü. Modic tip 2 değişiklik için bu durum istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaştı (p<0,001). Yine disk dejenerasyonu ve ağrı ile kinezyofobi düzeyi arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı (p=0,02; p=0,02). Ağrı düzeyi arttıkça, kinezyofobi (p=0,02) ve engellilik düzeyinde (p=0,003) de artış olduğu görüldü. Yüksek kinezyofobi puanları olan hastalarda daha fazla engellilik düzeyi saptadık (p<0,001). Spinopelvik parametrelerle dejeneratif değişiklikler, kinezyofobi ve engellilik düzeyi arasında anlamlı bir ilişki görülmedi. Sonuç: Disk dejenerasyonu; paraspinal kas yağlanması ile paralellik göstermektedir. Disk ve vertebral son plaktaki dejeneratif değişiklikler ile kronik ağrının; kinezyofobiye veya fonksiyonel kısıtlanmaya neden olabileceği bulunmuştur. Spinopelvik parametreler ile kinezyofobi ve engellilik düzeyi ile alakalı daha fazla çalışma yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Disk dejenrasyonu, paraspinal yağlı dejenerasyon, Modic değişiklikler, spinopelvik parametreler, kinezyofobi, fonksiyonel durum
  • Öğe
    Ankilozan spondilitli erkek hastaların simfizis pubisindeki radyolojik değişiklikler ile hastalık aktivite parametrelerinin karşılaştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2018) Bilen, Arif; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Ankilozan Spondilit (AS), Spondilartropati konseptinin prototipi olup etyolojisi net olarak aydınlatılamamıştır. Genç yaşta başlayan, ağırlıklı olarak erkeklerde görülen, kronik, progresif, multisistemik ve inflamatuar bir romatizmal hastalıktır. Bu hastalığın aktivitesini belirlemede ve takibinde kullanılan çeşitli laboratuar, klinik ve radyolojik değerlendirme yöntemleri mevcuttur. Ankilozan Spondilit, karakteristik olarak sakroiliak eklemleri tutar. Ancak simfizis pubisin de bu hastalıkta etkilendiği görülür. Çalışmamız AS'li erkek hastalarda simfizis pubis tutulum prevalansını belirlemeyi ve bu tutulumun klinik hastalık aktivitesi ve omurgadaki diğer radyolojik bulgularla ilişkisini araştırmayı amaçlamaktadır. Yöntem: Çalışmamızda Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Polikliniğinde tedavisi sürdürülen ve 01.01.2016-20.09.2017 tarihleri arasında polikliniğimize kontrole gelen Ankilozan Spondilit tanılı 73 erkek hasta dahil edildi. Retrospektif yürütülen çalışmada takip edilen hastaların dosya bilgilerinden demografik verileri, genetik durumu (HLA-B27), hastalıkla ilgili klinik parametreleri, sakroiliak eklem grafisi ve omurga direkt grafileri incelendi. Klinik değerlendirmede; hastalık aktivitesi için Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi (BASDAI), spinal mobilite için Bath Ankilozan Spondilit Metroloji İndeksi (BASMI) ve fonksiyonel durum değerlendirmesinde Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi (BASFI) ile omurga VAS skoru kullanıldı. Servikal ve lomber lateral omurga radyografileri değerlendirilerek Modifiye Stoke Ankilozan Spondilit Spinal Skoru (M-SASSS) hesaplandı. Simfizis pubis değişiklikleri; 0 (hasar yok), 1 (ince düzensizlik ve / veya subkondral skleroz) , 2 (erozyon), 3 (kısmi ankiloz), 4 (total ankiloz) olarak derecelendirildi. Tüm grafiler aynı radyolog tarafından değerlendirildi. Hastaların simfizis pubis tutulum sıklığı belirlendi ve bu tutulumun, klinik ve radyolojik parametrelerle olan ilişkisi araştırıldı. Bulgular: Çalışmamızda AS tanılı 73 erkek hasta yer aldı. Çalışma grubunun yaş ortalaması 41,2±11,8 yıldı. Hastalık süresi ortalaması 14,7±9,7 yıl, tedavi süresi ortalaması 8,7±6,5 yıldı. Toplamda 27 hastada evre 1, 8 hastada evre 2 ve 10 hastada evre 3 olmak üzere hastaların 45'inde (%61.7) radyolojik olarak simfizis pubis tutulumu görülürken, 28 (%38.3) hastada tutulum saptanmadı. Simfizis pubis tutulumu olan (evre1-4) hastaların yaş ortalaması (43,9±12,6) tutulum olmayan (evre 0) hastaların ortalamasından (36,9±9,0) daha yüksekti ve aradaki bu fark istatistiksel açıdan anlamlıydı (p=0.026). Simfizis pubis tutulumu olan hastaların M-SASSS ortalaması (15,9±11,9), tutulum olmayan hastaların ortalamasından (8,4±7,4) daha yüksekti ve simfizis pubis tutulumu ile M-SASSS arasında istatistiksel açıdan anlamlı pozitif korelasyon tespit edildi (p=0.002). Her iki grubu kıyasladığımızda; simfizis pubis tutulumu olan hastaların BASDAİ ve BASMİ ortalamaları (sırasıyla 3,2±2,3 ve 2,3±2,1), tutulum olmayanların ortalamasından (sırasıyla 3,1±2,0 ve 1,7±2,3) daha yüksekti ancak istatistiksel açıdan anlamlı oranda değildi (sırasıyla p=0,973 ve p: 0,105). Sonuç: Erkek AS hastalarında simfizis pubis tutulum oranı %61.7 olarak bulundu. Simfizis pubis tutulumu ile yaş ve M-SASSS skorları arasında istatistiksel açıdan anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Bu sonuçlar, simfizis pubis tutulumunun AS hastalığının ortak bir bulgusu olduğunu ve hastalık aktivitesini değerlendirmede kullanılabilecek bir parametre olduğunu düşündürmüştür. Anahtar Kelimeler: Ankilozan spondilit, Simfizis Pubis, Modifiye Stoke Ankilozan Spondilit Spinal Skoru
  • Öğe
    Kronik pelvik ağrısı olan kadın hastalarda düşük yoğunluklu lazer terapisinin etkinliğinin değerlendirilmesi: Çift kör, randomize, plasebo-kontrollü klinik çalışma
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Keskin, Ayşe Selcen Bulut; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Kronik ağrının bir çeşidi olan kronik pelvik ağrı (KPA); menstruasyon veya cinsel ilişki ile ortaya çıkmayan, gebelikle ilişkisi olmayan, aralıklı ya da sürekli olarak en az 6 aydır süren, alt abdomen veya pelvis bölgesinde görülen ağrıdır. Çalışmamızda erişkin çağdaki kadınlarda yaşam kalitesinde azalma ve iş gücünde kayıplara neden olan KPA tedavisinde LLLT'nin etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık. Ayrıca, LLLT tedavisinin depresyon, anksiyete ve yaşam kalitesi ile ilişkisini değerlendirdik. Yöntem: Çalışmamıza, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Hastane'sine 01.10.2019-01.02.2020 tarihleri arasında başvuran,18-45 yaş arasında, vizüel analog skalaya (VAS) göre ?5/10 düzeyinde kronik pelvik ağrısı (KPA) bulunan hastalar alındı. Objektif nedene dayandırılan ağrılı olgular değerlendirme dışı bırakıldı. Tüm olguların sosyodemografik verileri kaydedildi. Geliş sırasına göre randomizasyon şeması kullanılarak, basit randomizasyon ile, iki gruba ayrılan hastalarda, birinci gruba noktasına Düşük Yoğunluklu Lazer (LLLT) uygulandı İkinci gruba plasebo (sham) uygulandı. Uygulama karın bölgesinde 3 akupunktur noktasına, her bir seansta toplam 12 dakika 30 sn, 10 seans yapıldı. Hastalar; tedavi öncesi, tedavi bitiminde ve randomizasyondan 8 hafta sonra vizüel analog scala (VAS), Mc Gill-Melzack Ağrı anketi (MMAA), Beck Depresyon (BDÖ) ve Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) ve Kısa-form 36 (SF 36) yaşam kalitesi ölçeği ile değerlendirildi. Elde edilen veriler SPSS 20.0 versiyonu ile analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 19 hastanın yaş ortalaması 38.21±5.60 yıldı. Tedavi (n=11) ve plasebo (n=8) gruplarına göre yaş ortalamaları sırasıyla 38,91±5,20 ve 37,25±6,34 idi. Plasebo ve kontrol grubu yaş ve sosyodemografik özellikler açısından benzer bulundu. Tedavi grubunda tedavi öncesi (VAS1) ile tedavi bitişi (VAS2) arasında ve tedavi öncesi (VAS1) ile randomizasyondan 8 hafta sonraki (VAS3) ağrı değerleri arasında anlamlı farklılık tesbit edildi (p:0,003, p:0,003). Tedavi grubunda MMAA toplam skoru açısından; tedavi grubunda tedavi öncesi (MMAA1) ile tedavi bitimi (MMAA2) ve tedavi öncesi (MMAA1) ile postrandomizasyon 8. hafta (MMAA3) arasında anlamlı farklılık vardı (p: 0,037, p: 0,008). Tedavi ve plasebo grupları arasında VAS değerleri karşılaştırıldığında; tedavi başlangıcında farklı olmadığı görüldü (p:0.542). Tedavi bitiminde de değerler arasında fark gözlenmedi (p:0.083). Ancak postrandomizasyon 8. haftada, tedavi grubunda anlamlı iyileşme olduğu gözlendi (p:0.020). Her iki grupta MMAA ve BDÖ değerleri birbirleri arasında karşılaştırıldığında farklılık göstermedi (p>0.05). BAÖ değerleri arasında tedavi bitiminde, plasebo grubunda anksiyetenin bir miktar azaldığı (p:0.12) ancak postrandomizasyon 8. haftada tedavi bitimine göre belirgin artış olduğu görüldü (p:0.018). Yaşam kalitesi ölçeğinde, alt skor bazında düzelmeler gözlendi. Sonuç: Çalışmamızın sonuçları LLLT'nin KPA tedavisinde faydalı olabileceğini göstermektedir. Bu basit, non invaziv, ucuz ve güvenli tedavi daha fazla araştırılmalı ve bizim bulduğumuz olumlu sonuçlar daha büyük ölçekli ve çok merkezli çalışmalarla desteklenmelidir. Anahtar Kelimeler: Kronik pelvik ağrı, düşük doz lazer tedavisi, anksiyete, depresyon
  • Öğe
    Fibromiyalji tanılı kadın hastalarda cinsel fonksiyonların ve evlilik uyumunun değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) Döner, Davut; Reşorlu, Hatice
    Amaç: Fibromiyalji sendromu (FMS) ağrı, yorgunluk, tutukluk başta olmak üzere somatik ve nörobilişsel yakınmalarla özellikle kadınların yaşam kalitesini etkileyen non-inflamatuar romatizmal hastalıktır. Çalışmamızda, FMS tanılı evli kadın hastalarda göz ardı edilen konulardan olan cinsel fonksiyonlar ile evlilik uyumunun incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamıza, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon polikliniğine Nisan 2016 - Eylül 2016 tarihlerinde başvuran menapoz döneminde olmayan, seksüel aktif ve evli 47 FMS tanılı kadın hasta alındı. Kontrol grubu 50 sağlıklı gönüllü kadın olgudan oluşturuldu. Tüm olguların yaşı, vücut kitle indeksi, mesleği, eşinin mesleği, evlilik süresi, çocuk sayısı, kimlerle yaşadığı, eğitim durumu, özgeçmişi, ilaç kullanımı, sigara-alkol kullanımı gibi sosyodemografik verileri kaydedildi. Hasta grubunda Vizüel analog skala (VAS) ile ağrı şiddeti ve Fibromiyalji etki anketi (FIQ) ile hastalıktan fonksiyonel etkilenme derecesi saptandı. Tüm katılımcıların Beck anksiyete ölçeği (BAÖ) ile anksiyete, Beck depresyon ölçeği (BDÖ) ile depresyon, Female sexual function index (FSFI) ile cinsellik ve Çiftler uyum ölçeği (ÇUÖ) ile evlilik uyumu değerlendirmesi yapıldı. Elde edilen veriler SPSS 20.0 versiyonu ile analiz edildi. Bulgular: Hasta grubununda ortalama evlilik süresi 15.45 ± 7.86 yıl, kontrol grubunda ortalama evlilik süresi 12.49 ± 6.91 yıl olarak bulundu (p=0.047). Yirmidört (% 51.1) hasta ilköğretim ve 27 (% 54) kontrol olgusu üniversite düzeyinde eğitim seviyesine sahipti (p<0.001). Hastaların 21 (% 44.7)'i, kontrol grubunun 34 (% 68)'ü çalışmaktaydı (p=0.025). Ortalama hastalık süresi 4.82 ± 3.54 yıl idi. Hastaların VAS skoru ortalaması 64.04 ± 22.03 ve FIQ skoru ortalaması 68.72 ± 12.3'tü. Hem FSFI hem de ÇUÖ toplam skorları hastalarda kontrol olgularına göre anlamlı ölçüde düşüktü (p<0.001 ve p=0.028, sırasıyla). Hastaların % 49'unda orta-ağır şiddette depresyon saptandı ve FSFI ile depresyon arasında negatif yönde korelasyon vardı (p< 0.001, r= -0.569). FSFI skorları düşük olan hastalarda, ÇUÖ skorları da düşüktü (r: +0.043, p=0.003). FIQ ve VAS skorları ile cinsel fonksiyonlar ve evlilik uyumu arasında korelasyon saptanmadı. ÇUÖ ile depresyon yakından ilişkiliydi (p<0.001, r= -0.546). Sonuç: Çalışmamızda FMS'li hastalarda cinsel fonksiyonların ve evlilik uyumunun belirgin şekilde etkilendiğini gördük. Bu durum depresyon ile yakından ilişkili iken, yaygın ağrı şiddeti ve hastalıktan fonksiyonel etkilenme derecesi ile ilişkili değildi. FMS'li hastalar seksüel disfonksiyon ve evlilik problemleri açısından sorgulanmalı ve gerektiğinde psikolojik yardım almaları sağlanmalıdır. Gelecekte FMS, seksüel disfonksiyon ve evlilik uyumu arasındaki ilişkilerin daha fazla araştırılması etyopatogenezin anlaşılmasında yarar sağlayabilir.
  • Öğe
    Dejeneratif skolyozun, osteoporoz ve spinopelvik açılarla ilişkisi ve günlük yaşam aktivitesi, depresyon ve yaşam kalitesi üzerine etkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2021) Miğal, Sezer; Zateri, Coşkun
    Amaç: Erişkin skolyozu, hem yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemesi hem ağrı ve kozmetik problem oluşturması yanında, tedavi için önemli ölçüde sağlık harcaması gerektirdiğinden, hastalığın nedenlerini ve sıklığını ortaya koymak oldukça önemlidir. Erişkin skolyozu adolesan idiopatik skolyozun devamı niteliğinde olan erişkin idiopatik skolyoz, omurganın primer olarak progresif dejeneratif değişikliklerine sekonder gelişen dejeneratif skolyoz ve bacak uzunluk farkına neden olabilecek kalça veya vertebral anomaliler ile metabolik kemik hastalıklarının neden olduğu skolyoz olarak başlıca üç grupta inceleyebiliriz. Skolyozun omurganın her üç planda oluşturduğu eğrilik hastalar üzerinde bel boyun sırt ağrısı yanında fonksiyonel kayba, yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkiye, depresyon gelişimine neden olabilir. Çalışmadaki amacımız; erişkin skolyozu olan hastaların sıklığını saptamak, skolyozun osteoporoz ve spinopelvik parametrelerle ilişkisi ile birlikte depresyon ve yaşam kalitesi üzerine etkilerini araştırmaktır. Yöntem: 01.07.2020-01.04.2021 tarihleri arasında polikliniğimize herhangi bir nedenle başvuran 50 yaş üstü ve çalışmamıza katılmaya gönüllü toplam 221 kişi araştırmamıza dahil edildi. Bu olguların skolyoz grafileri çekildi. Bütün radyografiler PACS sisteminden alınarak Surgimap v2.3.2.1 programına yüklendi. Bu program üzerinden tüm katılımcıların spinopelvik ölçümleri ve skolyozu olanların Cobb açıları ölçüldü. Osteoporoz değerlendirmesi için olguların Dual- Energy X-ray Absorbsiyometre (DEXA) sonuçları (T skorları ve kemik mineral yoğunluğu (KMY)) kayedildi. Osteoporoz değerlendirmesi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) osteoporoz sınıflamasına göre yapıldı. Tüm olguların, yaşam kalitesi düzeyi short form (SF)-36 ve Scoliosis Research Society (SRS)-22 anketleri, fonksiyonellik düzeyi İstanbul bel ağrısı dizabilite indeksi, depresyon düzeyi Beck depresyon ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda polikliniğimize herhangi bir nedenle başvuran 50 yaş üstü kişilerde skolyoz sıklığını %23,1 olarak saptadık. Erişkin skolyoz oranı kadınlarda erkeklere göre daha fazla görülmesine karşılık istatistiksel olarak anlamlı düzeyde değildi (%24,6'ya karşı %16,7). Skolyoz hastalarımızın yaş ortalamasının skolyozu olmayanlara göre anlamlı olarak yüksek olduğunu saptadık (p<0,001)(65,8'e karşı %61,4). Osteoporozu olan skolyoz hastalarında sagital vertikal aks, torakal kifoz, lomber lordoz, pelvik tilt, sakral slop, pelvik insidans, global tilt, ve T1 pelvik açı değerlerini daha yüksek saptadık. Fakat skolyozlu hastalarda osteoporozun olup olmaması spinopelvik parametreleri anlamlı şekilde etkilememektedir. Kompresyon kırığı olan skolyoz hastalarında pozitif sagital imbalansı yansıtan Global tilt (GT), T1 pelvik açı (T1PA) değerinin arttığını gördük (p=0,009). Skolyozu olanların olmayanlara göre femur T skoru ve KMY değerlerini anlamlı şekilde düşük saptadık. Skolyoz yaşam kalitesini, fonksiyonel durumu ve dizabiliteyi anlamlı derecede olumsuz etkilemektedir. SRS-22, SF-36, Beck depresyon ölçeği ve İstanbul bel ağrısı dizabilite indeksi skolyoz hastalarımızda skolyoz olmayanlara göre kötü sonuçlarla ilişkilidir (p<0,05). Skolyoz tipleri arasında spinopelvik parametrelerde ve yaşam kalitesi, depresyon, fonksiyonel durum arasında farklılık saptamadık. Sonuç: Gelişmiş toplumlarda beklenen ortalama yaşam süresinin artması, önemli bir halk sağlığı sorunu olan ve ileri yaşta daha sık görülen erişkin skolyoz ile osteoporozun iyi bilinmesini gerektirmektedir. İdiyopatik, primer ve sekonder dejeneratif skolyozun yaşam kalitesi üzerindeki etkisi benzerdir. Erişkin skolyozun tüm formları yaşam kalitesi, fonksiyonel durum ve depresyonu olumsuz etkilemektedir. Bu olumsuz etki spinal deformitenin sagital planda pozitif veya negatif imbalansı ile yakından ilişkilidir. Spinopelvik parametrelerin klinik ile korelasyonunun iyi bilinmesi hastaların tedavisini planlanmada hekimlere rehberlik edecektir.
  • Öğe
    Ankilozan spondilitli hastalarda serum resistin düzeylerininin tnf-alfa, hastalık aktivitesi ve yaşam kalitesiyle ilişkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) İnceer, Beşir Şahin; Savaş, Yılmaz
    Amaç : Ankilozan spondilit(AS), eşlik eden komorbiditeleri nedeniyle sistemik bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Hastalık tutulum yerine göre yaşam kalitesini belirgin olarak kısıtlamaktadır. Takipte klinik ve laboratuar parametreler kullanılmaktadır. En sık kullanılan laboratuar belirteçleri eritrosit sedimantasyon hızı(ESH) ve C-reaktif proteindir(CRP). Resistin ise, ağırlıklı olarak mononükleer fagositer sistemden salınan bir adipokindir. İnflamatuar süreçlerde düzeylerinin arttığı gösterilmiştir. Çalışmamızda AS hastalarında serum resistin düzeylerinin serum Tümör nekrozis faktör-alfa(TNF-?), hastalık aktivitesi ve yaşam kalitesiyle ilişkisinin araştırılması planlandı Yöntem : Çalışmamızda Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fiziksel Tıp Ve Rehabilitasyon(FTR) Anabilim Dalı polikliniğine Ağustos 2015- Ağustos 2016 tarihleri arasında başvuran, ankilozan spondilit tanısıyla takipli 80 hasta yer aldı. Bu hastalar 39 steroid olmayan antiinflamatuar ilaç(SOAİİ) kullanan ve 41 anti-TNF alfa ilaç kullanan olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Ayrıca AS olmayan sağlıklı bireylerden oluşan 40 kişilik kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen tüm bireylerin demografik verileri kaydedildi, hastalık aktivite ölçekleri(BASDAİ, BASFİ, BASMİ, ASDAS-ESR, ASDAS-CRP), yaşam kalitesi ölçekleri(AS-QoL, NHP, BDÖ) dolduruldu, serum resistin, TNF-alfa ve CRP düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel veriler; SOAİİ grubu, anti-TNF alfa grubu ve kontrol grubu olarak üçlü karşılaştırma ve ayrıca AS'li hasta grubu ve kontrol grubu olarak ikili karşılaştırmalar yapılarak elde edildi. Bulgular : Çalışmamızda 39 SOAİİ kullanan, 41'i anti-TNF alfa kullanan 80 AS hastası ve 40 sağlıklı bireyden oluşan toplam 120 birey yer aldı Üç grup karşılaştırıldığında; cinsiyet, VKİ ve sigara kullanım özellikleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu(sırasıyla p değerleri p=0,857, p=0,261 ve p=0,556). Resistin düzeylerinde her üç grup ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır(p:0,123). Tnf-alfa ve CRP düzeyleri SOAİİ grubunda ve anti-TNF alfa grubunda kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptanmıştır(p<0,001). SOAİİ kullanan hasta grubunda resistin ile TNF-alfa ve CRP düzeyleri arasında orta düzeyli pozitif yönlü(sırasıyla r:0,319 ; p:0,048 . r:0,489 ; p:0,002), anti-TNF alfa ilaç kullanan hasta grubunda resistin ile CRP arasında orta düzeyli pozitif yönlü ilişki( r:0,439 ; p:0,004) ve kontrol grubunda ise, resistin ile CRP arasında orta düzeyli pozitif yönlü ilişki saptandı( r:0,364; p:0,023). İkili karşılaştırmada AS'li hasta grubunda resistin ile TNFalfa ve CRP arasında orta düzeyli pozitif yönlü ilişki saptandı(sırasıyla r:0,290 ; p:0,009 , r:0,436 ; p<0,001). Resistin düzeyleriyle VAS, BASDAİ, BASFİ, BASMİ, AS-QoL, NHP ve BDÖ arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı. SOAİİ kullanan hasta grubunda serum resistin düzeyleri ile ASDAS-ESR arasında pozitif yönlü orta düzeyli ilişki(r:0,259; p:0,040), anti-TNF alfa ilaç kullanan hasta grubunda resistin ile ASDAS-CRP arasında pozitif yönlü, VKİ ile arasında negatif yönlü orta düzeyli ilişki saptandı(sırasıyla r:0,299; p:0,016; r:-0,285; p:0,028). İkili karşılaştırmada AS'li hasta grubunda resistin ile ASDAS-CRP düzeyi arasında pozitif yönlü zayıf ilişki saptandı(r:0,244; p:0,005) Sonuç: SOAİİ kullanan ve anti-TNF alfa kullanan hasta grubunda serum resistin düzeyi kontrol grubuyla benzer bulundu. SOAİİ kullanan grupta serum resistin düzeyleri ile serum TNF-alfa ve CRP düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönlü korelasyon, anti-TNF alfa grubunda da serum resistin düzeyleriyle serum CRP düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönlü korelasyon saptandı. Sadece hasta grubu ve kontrol grubu olarak ikili korelasyon analizinde de AS'li hasta grubunda serum resistin düzeyleriyle serum TNF-alfa ve CRP düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönlü korelasyon saptandı. SOAİİ grubunda serum resistin düzeyleriyle ASDAS-ESR düzeyleri arasında pozitif yönlü korelasyon saptanırken, anti-TNF alfa grubunda ise serum resistin düzeyleriyle ASDAS-CRP düzeyleri arasında pozitif yönlü korelasyon saptandı. Bu sonuçlar; hastalar tedavi altında olmalarına rağmen AS'li hastalarda serum resistin düzeylerinin TNF-alfa, CRP ve hastalık aktivitesi ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Anahtar Kelimeler: ankilozan spondilit, resistin, asdas-crp, tnf-alfa, yaşam kalitesi
  • Öğe
    Ankilozan spondilit hastalarında Toll-like 4 reseptör gen mutasyonu ve hastalık aktivitesi ile ilişkisi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2014) Sargın, Betül; Akbal, Ayla
    Giriş: Ankilozan Spondilit (AS) kronik, sistemik ve inflamatuar bir hastalık olup izleminde kullanılan birçok yöntem bulunmaktadır. İnflamatuar hücrelerden salınan TLR ligandları, otoimmün hastalıkların başlaması veya ilerlemesine neden olabilir. Artmış TLR ekspresyonu klinik inflamatuar belirteçler ile ilişki içindedir. Fakat bu konuyla ilgili az sayıda çalışma vardır. Çalışmamızın amacı, AS hastalarında Toll-Like 4 reseptör (TLR-4) gen mutasyonu ve hastalık aktivitesi ile ilişkisinin belirlenmesidir. Gereçler ve Yöntem: Çalışmaya, 1984 Modifiye New York kriterlerine göre AS tanısı alan 41 hasta ve kontrol grubu olarak 41 sağlıklı gönüllü alındı. Hastalık aktivitesi, fonksiyonel durum, yorgunluk düzeyleri ve yaşam kalitesi sedimantasyon, CRP, BASFI, BASDAI, BASMI, BASRI, FSS Questionaire, HAQ ve SF-36 ile değerlendirildi. TLR-4' ün G ve A allelleri gerçek zamanlı PCR analizi ile belirlendi. SPSS 19.0 istatistik programında, Kolmogorov-Smirnov, Student-t, Mann-Whitney U testi ve Ki-Kare analizi yapıldı ve p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: AS tanılı 41 hastanın yaş ortalaması 40,24±9,44 yıl, 41 sağlıklı kontrol grubunun yaş ortalaması 40,76±8,41 yıldı. Hasta grubunda; BASMİ skoru ile CRP arasında istatistiksel olarak anlamlı (p<0,05) ve pozitif (r=0,473) korelasyon saptandı. Hastaların 2 tanesinde heterozigot ve 1 tanesinde homozigot mutasyon vardı. Hasta grubunda TLR-4 gen polimorfizmi kontrol grubuna göre daha yüksekti. Ancak TLR-4 gen mutasyonu ile sedimantasyon, CRP değeri, BASFİ, BASDAİ, BASMİ, BASRİ-total ve BASRİ-vertebra skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). TLR-4 gen mutasyonu olanlarda vitalite skoru ortalaması, TLR-4 gen mutasyonu olmayanlara göre daha yüksek saptandı (p<0,05). Tartışma: AS' li hastalarda TLR-4 gen polimorfizmi kontrol grubuna göre daha yüksek saptadık. Fakat bu polimorfizmin hastalık şiddeti ile ilişkisi olmadığını gördük. Daha fazla hasta sayısı ve daha aktif dönemdeki hastaların alındığı çalışmalarla ilişkinin daha iyi değerlendirilebileceğini düşünüyoruz.
  • Öğe
    İnmeli hastalarda ambulasyon düzeyi, fonksiyonel durum ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) Yeşil, Çağdaş; Zateri, Coşkun
    Amaç: İnme, mortalite ve morbiditesi yüksek olup, ciddi oranda özürlülüğe yol açarak oluşturduğu kişisel ve toplumsal yük bakımından önemli bir halk sağlığı sorunudur. İnme rehabilitasyonunda temel hedef kişisel bağımsızlık ve yaşam kalitesinin arttırılması; bireyin üretkenliğini arttırıp toplumsal adaptasyonun sağlanmasıdır. Böylece hastalığa bağlı kişisel ve toplumsal yük azaltılmış olacaktır. Bu çalışmada inmeli olgularda ambulasyon düzeyi, günlük yaşam aktiviteleri (GYA) ve yaşam kalitesinin birbiriyle ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma 51 inmeli olguda gerçekleştirildi. Ambulasyon düzeyi, fonksiyonel ambulasyon sınıflaması (FAS), Hauserambulasyon indeksi ile; GYA, fonksiyonel bağımsızlık ölçeği (FBÖ), Barthel indeksi ve Mini-mental durum değerlendirme testi (MMDD) ile; yaşam kalitesi SF-36 ile değerlendirildi. Bulgular: FAS, HAI, Barthel indeksi ve FBÖ skorlarının birbirileriyle korele olduğunu saptadık. FBÖ, HAI skorlarının mental durum ile korele olduğunu saptadık. FBÖ, Barthel indeksi, FAS ve HAI'nin SF-36 mental sağlık ve mental ortalama dışında diğer SF-36 parametreleri ile korele olduğunu saptadık. Sonuç: Çalışmanın sonunda hastaların spastisite ve düşük ambulasyon düzeyinin özürlülüğü arttırdığını, GYA'ni kısıtladığını ve yaşam kalitesini azalttığını söyleyebiliriz. Bu nedenle inme rehabilitasyonundaspastisitenin azaltılması ve ambulasyon becerilerinin kazandırılması GYA'da bağımsızlığı ve yaşam kalitesinde artışı sağlayacaktır.
  • Öğe
    Platelet ilişkili parametrelerin gram negatif bakteriyemiyi öngörme ve hastalık prognozuyla ilişkisinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2024) Akça, Anıl; Alkan, Sevil
    Amaç: Platelet ilişkili parametrelerin Gram negatif bakteriyemiyi öngörmede ve prognozundaki rolünü değerlendirmek amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: 1 Aralık 2020 ile 31 Aralık 2022 tarihleri arasında hastanemize başvuran, Gram-negatif bakteriyemi tanısı alan hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Dahil edilen hastalar Gram negatif bakteriyemisi olup sepsisi olan ve Gram negatif bakteriyemisi olup sepsisi olmayan hastalar şeklinde iki gruba ayrılmış olup, ek olarak sağlıklı kontrol grubu eklenmiştir. Hastalara ait klinik veriler, laboratuvar sonuçları retrospektif olarak hastane otomasyon sisteminden elde edilmiştir. Veriler değerlendirilerek platelet ilişkili parametrelerin Gram negatif bakteriyemiyi öngörmede ve prognozundaki rolü irdelenmiştir. p<0,05 istatistiksel anlamlılık olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 100 hasta ve 100 sağlıklı kontrol grubu olmak üzere toplam 200 kişi dahil edildi. Hastaların 54'ü erkek (%54,0), 46'sı kadındı (%46,0). 77'sinde sepsis vardı (%77,0), 23'ünde sepsis yoktu (%23,0). MPV değerinin Gram negatif bakteriyemisi olan sepsis hastalarında daha yüksek olduğu, MPV artışının mortalite ile ilişkisi olduğu ve 10,75 fL'lik MPV seviyesinin Gram negatif bakteriyemi tahmini için %70,0 duyarlılığa ve %73,0 özgüllüğe sahip olduğu belirlenmiştir. P-LCR değerinin Gram negatif bakteriyemisi olan sepsis hastalarında daha yüksek olduğu, P-LCR artışının kötü prognostik olduğu ve 30,750 seviyedeki P-LCR düzeyinin Gram negatif bakteriyemi tahmini için %73,0 duyarlılığa ve %72,0 özgüllüğe sahip olduğu görülmüştür. PDW değerinin Gram negatif bakteriyemisi olanlarda daha yüksek olduğu, PDW artışının kötü prognostik olduğu ve 16,350 olarak belirlendiğinde PDW düzeyinin Gram negatif bakteriyemi tahmini için %67,0 duyarlılığa ve %85,0 özgüllüğe sahip olduğu bulunmuştur. Sonuç: Tam kan sayımı analizinde kolayca bakılabilen MPV, P-LCR ve PDW, özellikle Gram negatif sepsisi öngörmede ve Gram negatif bakteriyemide prognostik olarak değerlendirme yapmada faydalı olabilir. Anahtar Kelimeler: Gram negatif bakteremi, MPV, PDW, platelet, sepsis
  • Öğe
    Romatoid artrit hastalarında high mobility group box-1 protein düzeyi ile hastalık aktivitesi ve ateroskleroz arasındaki ilişki
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2015) Bozkurt, Emre; Gökmen, Ferhat
    Amaç: İki grup arasında serum HMGB1, IL-6 ve TNF-? düzeyleri ve karotis İMK ölçümlerini karşılaştırmayı amaçladık. Bu parametrelerin hastalık süresi, hastalık aktivite skoru 28 (DAS28), sağlık değerlendirme anketi (HAQ), hassas eklem sayısı, şiş eklem sayısı, ESR, CRP ve vücut kitle indeksi (VKİ) ile ilişkisini araştırdık. Yöntem: ACR/EULAR 2010 kriterlerine göre RA tanılı 40 hasta seçildi. Kontrol grubu, hasta grubu ile benzer özelliklere sahip 34 kişiden oluşturuldu. Hassas ve şiş eklem sayısı kaydedildi. VAS ağrı skoru değerlendirildi. HAQ skorları ve hasta global değerlendirmesi kaydedildi. DAS28 hesaplandı. Karotis İMK ölçümleri yüksek rezolüsyonlu B-mod ultrasonografi cihazı ile yapıldı. HMGB1, TNF-? ve IL-6 düzeyleri serumda ELISA yöntemi ile ölçüldü. Bulgular: Hasta grubunda serum HMGB1 ve IL-6 düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,04; p<0,001). Her iki grup arasında serum TNF-? düzeyleri arasında fark saptanmadı (p=0,063). Karotis İMK ölçümleri hasta grubunda anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p=0,001). HGMB1 ile HAQ skoru, karotis İMK ve hassas eklem sayısı arasında orta derecede ilişki saptandı (p=0,017, r=0,391; p=0,017, r=0,374; p=0,011, r=0,398). HMGB1 ile DAS28 arasında anlamlı ilişki saptanmadı. Karotis İMK ile DAS28 ve RF arasında korelasyon saptandı (p=0,041, r=0,325; p=0,047, r=0,316). Sonuç: RA hastalarında HMGB1 düzeyini anlamlı olarak daha yüksek saptadık. Ayrıca RA hastalarında normal popülasyona göre ateroskleroz gelişiminin daha hızlı olduğu göz önünde bulundurulursa hasta grubunda karotis İMK'nin anlamlı olarak daha yüksek olması güncel veriler ile uyumludur. HMGB1'in hem RA patogenezinde hem de ateroskleroz gelişiminde öncül bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz. Ancak potansiyel bir belirteç diyebilmek için gelecek çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Çanakkale ilinde toplumda gelişen pnömonilerde streptococcus pneumonıae (pnömokok) pnönomisinin rolünün belirlenmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Dumlu, Muhammet Rıdvan; Şener, Alper
    Toplum kökenli pnömoni, kişinin günlük yaşamında ortaya çıkan, akciğer parankim enfeksiyon ve enflamasyonudur. Günümüzdeki gelişmelere rağmen toplum kökenli pnömoni mortalite oranları hala artmakta, yandaş hastalıkların ve sigara kullanımının azaltılması ve pnömokok aşısı, primer korumada etkili olmaktadır. Çalışmamızda, toplum kökenli pnömoni için nokta prevelans tespit edilmeye ve bu pnömoniler içinde Streptococcus pneumoniae'nin rolü araştırılmıştır. Çalışmamız, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne 01.11.2016 ile 31.01.2017 tarihleri arasında başvuran; klinik, laboratuvar ve radyolojik bulgularına göre toplum kökenli pnömoni tanısı konulan 47 hastayla yapıldı. Hastalardan etken araştırılırken; kan ve balgam kültürü, idrarda pnömokok antijeni tetkikleri çalışıldı. Bunların yanında hastaların sosyodemografik özellikleri, yandaş hastalıkları, klinik şikayetleri, CURB-65 skorları sorgulanıp, veriler toplandıktan sonra SPSS Paket Program 20.0 sürümüyle istatistik yapıldı. Çalışmamızda hastaların %59,6'sı erkekti ve yaş ortalaması 69 ± 2 idi. Hastaların en sık şikayeti öksürük, dipne ve takipne olup; en sık akciğer tutulumunun bilateral multilober tutulum olduğu, CURB-65 skorlarının tüm yatan hastalarda 2-5 arasında olduğu, %45'inin yoğun bakıma yatış gerektirdiği, en sık komorbid hastalığın konjestif kalp yetmezliği ve kronik obstruktif akciğer hastalığı olduğu görüldü. Bir hastada balgam kültürlerinde S. pneumoniae üredi. Altı hastada idrar pnömokok antijen testi pozitif saptandı. Hastenemiz için toplum kökenli pnömoni nokta prevalansı %0,31 ve S. pneumoniae'ye bağlı pnömoni nokta prevalansının %0,039 olduğu, vakalarda etken saptanma oranı %32 olduğu görüldü. Çalışmamız; toplum kökenli pnömoni etyolojisinde en sık rastlanan mikroorganizma olan S. pneumoniae'nin izole edilmesinde pratikte kullanılan kan ve balgam kültürüne ek olarak idrar pnömokok antijen testinin yardımcı bir tetkik olarak kullanılmasının, etkenin tanımlanma oranını artırdığını göstermiştir. Anahtar Kelimeler : Pnömokok Pnömonisi , İdrarda Antijen Testi, Nokta prevalans
  • Öğe
    Yoğun bakım ünitesinde alt solunum yolu örneklerinde acinetobacter baumannii üreyen hastalarda IL-8'in enfeksiyon ve kolonizasyon ayrımında tanı değeri
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Doğan, Ebru; Şener, Alper; Demir, Nesrin
    Amaç: Ventilatör ilişkili pnömoni (VİP), geniş spektrumlu antibiyotiklerin yaygın kullanıldığı, mortalitesi oldukça yüksek sağlık bakımı ilişkili enfeksiyonlardan biridir. Acinetobacter baumannii (A. baumannii) ise VİP'in en yaygın etkenlerindendir. VİP'de tanıya yönelik az sayıda ve nonspesifik test vardır. Kolonizasyon tanı esnasında sıklıkla kafa karışıklığına sebep olur. Bu çalışmada enfeksiyon-kolonizasyon ayrımı yaparken A.baumannii patogenezinde önemli olduğu düşünülen interleukin (IL-8)'in distal hava yollarındaki konsantrasyonunun tanı değerinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntemler: Çalışmamız prospektif metodolojik tipte bir çalışmadır. Hastanemizin Anestezi ve Reanimasyon YBÜ'de 01.05.2019 ve 31.03.2020 aralığında yatan ve endotrakeal aspirat (ETA) kültüründe A. baumannii üremesi tespit edilen 36 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalardan üremenin tespit edildiği gün ETA ve serum örneği alınarak santrifüj edilmiş ve üstte kalan kısım ayrılarak -80°C'de saklanmıştır. Hastaların demografik ve tıbbi verileri, klinisyen tarafından enfeksiyon mu yoksa kolonizasyon mu kabul edildikleri kaydedilmiştir. Çalışmanın sonunda enzyme linked immunosorbent assay (ELISA) yöntemiyle örneklerin IL-8 konsantrasyonları ölçülmüştür. Enfeksiyon ve kolonizasyon grubunda serum ve ETA IL-8 değerleri istatistiksel olarak kıyaslanmıştır. İstatistiksel anlamlılIk için p<0,05 kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 36 hastanın %38,9 (n=14)'u kadın, %61,1 (n=22)'i erkekti, yaş ortalamaları 71,1±11,7 yıldı. Hastaların %38,9 (n=14)'u kolonizasyon, %61,1(n=22)'i enfeksiyon olarak kabul edilmişti. İki grup kıyaslandığında ETA IL-8 konsantrasyonu enfeksiyon grubunda istatistiksel olarak anlamlı derece yüksek bulundu (p=0,002). Bununla beraber, serum IL-8 konsantrasyonu enfeksiyon grubunda daha yüksek olmasına ragmen istatistiksel olarak anlamsızdı (p=0,305). Sonuç: Serumdakinin aksine ETA veya BAL gibi distal hava yollarından alınan örneklerde IL-8 konsantrasyonu, A. baumannii'nin etken olduğu VİP şüpheli hastalarda enfeksiyonu kolonizasyondan ayırmada yol gösterici olabilir. Kültürden çok daha hızlı sonuç alınabilmesi önemli bir avantajdır. Elde edilen sonuçlar hipotezimizi desteklemekle birlikte, IL-8'in bir eşik değeri olmaması nedeniyle daha fazla çok merkezli, prospektif, çok aşamalı, biyobelirteç temelli çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Hemodiyaliz hastalarında gizli hepatit B ve gizli hepatit C enfeksiyonunun polimeraz zincir reaksiyonu ile araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2015) Gazel, Özlem Zanapalıoğlu; Şener, Alper
    Hemodiyaliz hastaları parenteral yolla bulaşan hepatit virüsleri için risk altındadırlar. Serumda HBsAg yokluğunda tespit edilen HBV – DNA varlığına gizli hepatit B enfeksiyonu denilirken, serumda anti – HCV ve HCV – RNA yokluğunda periferik kandaki mononükleer hücrelerde HCV – RNA varlığına gizli hepatit C enfeksiyonu denilmektedir. Amaç: Bu çalışmada hemodiyaliz hastalarında polimeraz zincir reaksiyonu yöntemiyle gizli hepatit B enfeksiyonu ve gizli hepatit C enfeksiyonu varlığı araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem-Bulgular: Çalışmaya dahil edilen alanin aminotransferaz (ALT) seviyeleri normal olan 100 hemodiyaliz hastasının demografik verileri, böbrek yetmezlik nedenleri, hemodiyalize giriş yolu, hemodiyaliz süresi, ALT seviyesi, hepatit göstergeleri mevcut dosyalarından çalışma takip formuna kaydedildi. Serumda anti – HBc IgG enzym linked immunosorbent assay (ELISA) (Architecht, Abbott) ile test edildi. Serum HBV – DNA , HCV – RNA ve periferik kanda mononükleer hücrelerde HCV – RNA 'gerçek zamanlı' polimeraz zincir reaksiyonu yöntemi ile araştırıldı. %27 hastada anti – HBc IgG pozitifliği saptanırken izole anti –HBc IgG pozitifliğine rastlanmadı. %4 hastada serumda HBV – DNA pozitifliği ile gizli HBV enfeksiyonu tespit edildi ve bu hastaların hepatit göstergelerinden yalnızca anti –HBs'nin pozitif olduğu gözlendi. Hastaların hiçbirinde serumda ve PKMNH'de HCV – RNA pozitifliği yoktu dolayısıyla gizli HCV enfeksiyonu saptanamadı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında gizli HBV enfeksiyonu varlığının düşük sıklıkla olsa da görülebileceği saptanmıştır. HBV bulaşını önlemek için sadece serolojik testlerle virüs varlığının araştırılmasının yeterli olmayacağı, dolayısıyla 'gerçek zamanlı ' polimeraz zincir reaksiyonu gibi duyarlılığı daha yüksek testlerle bu hastaların taranmasının uygun olabileceği düşünülmüştür.Anahtar kelimeler: hepatit B, hepatit C, PZR, hemodiyaliz
  • Öğe
    Psoriasis hastalarında non- alkolik karaciğer yağlanması varlığının araştırılması ve visfatin adipokinin düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2015) Dağ, İsmail; Öğretmen, Zerrin
    Psoriasis günümüzde, eşlik eden komorbiditeleri nedeniyle sistemik bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Metabolik sendrom ve alkolik olmayan yağlı karaciğer hastalığı psoriasisin önemli komorbiditelerindendir. Visfatin ise, ağırlıklı olarak visseral beyaz yağ dokusundan salınan bir adipokindir. Abdominal obezite ve kronik inflamasyon gibi durumlarda düzeyleri yükselir. Çalışmamızda psoriasisteki olası visfatin yüksekliğinin metabolik sendroma bağımlı olup olmadığının saptanması amaçlandı. Ayrıca hasta gruplarında karaciğer yağlanması araştırılarak, karaciğer yağlanmasının psoriasisle ve metabolik sendromla ilişkisi incelendi. Psoriasis hastalarında NAYKH prevalansı artmış bulundu fakat metabolik sendromu olmayan psoriasis hastalarıyla kontrol grubu karşılaştırıldığında NAYKH açısından anlamlı bir farklılık bulunamadı. Bu durum, psoriasisteki artmış NAYKH prevalansının, psoriasiste artmış metabolik sendrom sıklığıyla direk ilişkili olabileceği görüşünü desteklemektedir. Bunun yanı sıra, psoriasis hastalarında serum visfatin düzeyleri anlamlı düzeyde yüksek bulundu ancak bu yükseklik metabolik sendrom ve komponentlerinden bağımsızdı. Bu çalışmadan, psoriasisteki serum visfatin düzeylerindeki yüksekliğin, psoriasiste artmış metabolik sendrom görülme olasılığına bağlı değil, psoriasis patogenezinde temel rol oynayan kronik inflamasyona bağlı olabileceği sonucu çıkarılabilir.
  • Öğe
    Çanakkale ili Ezine ilçesinde bruselloz seroprevelansı
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2013) Ersoy, Tuğba; Saçar, Suzan
    Giriş: Bruselloz tüm dünyada en yaygın görülen zoonozlardan biridir, her yıl tüm dünyada 500.000 yeni olgu ile karşılaşılmaktadır. Amaç: Bu araştırma Çanakkale ilinde topluma dayalı bruselloz prevalansı hakkındaki bilgi eksikliğini gidermek amacıyla planlandı. Yöntem: Hayvancılığın ve peynir üretiminin yoğun yapıldığı Ezine ilçesinde gerçekleşen bu çalışma kesitsel nitelikte epidemiyolojik bir araştırmadır. Ezine ilçe merkezi ve köylerinde yaşayan 18 yaş üzeri nüfustan toplamda 500 kişi olmak üzere venöz kan örneği alındı ve gönüllülere sosyodemografik özelliklerini, meslek gruplarını, hayvancılıkla uğraşı durumunu ve ne tür hayvan beslediğini, süt ve süt ürünleri tüketim biçimini, ailede bruselloz öyküsü olup olmadığını ve brusellozla ilişkili olabilecek semptomlarını saptamak için anket formu doldurtuldu. Tüm serum örneklerine Rose Bengal testi (RBT), Standart Tüp Aglutinasyon testi (STA) ve Coombs testi uygulandı. Bağımlı bağımsız değişkenlerin tek değişkenli analizinde ki-Kare testi kullanıldı. Bruselloz seropozitifliği açısından bağımsız risk faktörlerini saptamak amacıyla lojistik regresyon analizi kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan kişilerden 72'sinde RBT'de pozitiflik (%14.4), bir kişide STA testinde pozitiflik saptandı (%0.2). Coombs testinde 1/320 ve üzeri titrede 15 pozitiflik saptandı. RBT pozitif prediktif değeri %11.1 olarak bulundu. Çalışmamızda çoklu değişken analizine göre erkek cinsiyet ve ailede bruselloz öyküsü olma durumu bruselloz seropozitifliği elde edilmesinde bağımsız etkili risk faktörü olarak tespit edildi. Sonuç: Ailesinde bruselloz öyküsü olan bireylerde bruselloz seropozitifliği daha fazla gözlendiği için bu bireylerin bruselloz açısından taranması önerilir. Anahtar kelimeler: bruselloz, seroprevalans, epidemiyoloji
  • Öğe
    Temizlik işçilerinde hepatit e seroprevalansı ve risk faktörlerinin araştırılması
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2018) Topfedaisi, Özlem Çakmak; Şener, Alper
    Hepatit E virüsü, küçük, tek sarmallı, zarfsız RNA virüsüdür. Virüs gelişmekte olan ülkelerde özellikle Asya, Afrika ve de Güney Amerika'da su kaynaklı akut hepatit E salgınlarına neden olmaktadır. Bulaş daha çok fekal oral yoldan kontamine içme suyu ile olmaktadır. Kişiden kişiye temas, önemli bir bulaş yolu olarak değerlendirilmemektedir. Gıda kaynaklı infekte hayvan ürünlerinin (iyi pişmemiş domuz eti vs) tüketilmesi bulaşta rol oynamaktadır. Kan transfüzyonu ile geçiş önemli bir bulaş yolu değildir. Gebelerde %20 fulminan seyreder. HEV enfeksiyonunun sık görülmesi coğrafik bölge, sosyoekonomik düzey, yaş ve farklı risk faktörlerine bağlı olarak büyük ölçüde değişir. En sık orta yaş grubunda görülmektedir. Ülkemiz HEV açısından endemik bölgeler arasındadır. Türkiye'nin 3 farklı bölgesinde yapılan bir çalışmada anti-HEV pozitifliği %6,3 bulunmuştur. 2001-2011 yılları arasında yapılan prevelans çalışmalarında erişkinlerde anti-HEV IgG pozitifliği bölgeler ve çalışma grupları arasında farklılık göstermekle birlikte %2-34 arasında bildirilmiştir. AMAÇ: Temizlik işçileri insan dışkıları ile kontamine olmuş su ve toprakla temas etme ihtimali yüksek olan, su ile en çok çalışan meslek gruplarındandır. Çanakkale ilinde daha önce yapılmış Hepatit E ile ilgili bir çalışma yoktur. Bu çalışma ile Çanakkale Onsekiz Mart Üniversite hastanesi temizlik personellerinde HEV antikor yaygınlığını saptayarak, Hepatit E için risk faktörü oluşturabilecek durumları araştırmayı ve ülkemizin seroepidemiyolojik verilerine katkı sağlanması amaçlanmıştır. YÖNTEM-BULGULAR: Çalışmamıza Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi hastanesinde çalışan 18-65 yaş arası 90 temizlik personeli ve kontrol grubu olarak 90 adet idari personel ve enfeksiyon hastalıkları poliklinik hastaları alındı. Çalışmaya dahil edilen tüm örneklemde HEV'e özgül IgG ve IgM antikor varlığı araştırılıp ve IgG sonucu pozitif çıkan serumlar, HEV-RNA açısından test edildi. Katılımcılara çalışma hakkında bilgi verilip ve onam formunu imzalayan katılımcılara Hepatit E için risk faktörlerini belirlemeye yönelik anket yapıldı. Çalışmamız Çanakkale ilindeki ilk seroprevelans çalışması olup, çalışma sonucunda mikroelisa yöntemiyle Anti-HEV IgG 13 kişide pozitif bulunup, anti-HEV IgG seropozitifliği %7,2 olarak saptandı. Bu oran ülkemizin ortalaması ile uyumlu, batı bölgelerine göre yüksekti. Hiçbir olguda Anti-HEV IgM pozitifliği saptanmadı. Seropozitif olan hiçbir olguda HEV RNA pozitifliği saptanmadı. Anti-HEV seropozitifliği yaş gruplarına göre değerlendirildiğinde 45 yaş ve üzeri kişilerde anti-HEV IgG seropozitifliği diğer yaş gruplarından daha yüksek (%21,7) bulundu. 5'ten fazla kardeşi olanlarda anti-HEV seropozitifliği %25 gibi yüksek bir oranda bulundu. Kardeş sayısı arttıkça seropozitifliğin de arttığı görüldü. Evin oda sayısı ile anti-HEV seropozitifliği değerlendirildiğinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. Erkeklerde %11,6, kadınlarda ise %4,5 seropozitiflik bulundu, fakat fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Temizlik işçilerinde 7 kişide anti-HEV IgG pozitifliği (%7,8), diğer meslek gruplarında ise 6 kişide (%6,7) seropozitiflik saptandı. İçme suyu kaynağına göre seropozitiflik karşılaştırıldığında şebeke suyu, hazır su veya kaynak suyu kullananlarda sırasıyla seropozitiflik %5,6, %9,4 ve de %4,1 olarak saptandı. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Sosyoekonomik durumu kötü olan grupta %18 gibi yüksek bir seropozitiflik oranı olmasına rağmen, diğer gruplardan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek değildi. Çalışmamızın sonunda cinsiyet, meslek, sosyoekonomik durum, evin durumu, yerleşim yeri, tuvalet tipi, sarılık öyküsü, kullanılan su ile seroprevelans arasında anlamlı ilişki saptanamadı. Parenteral ve cinsel temas ile zoonotik bulaşın HEV yayılımında önemli bir risk oluşturmadığı görüldü. SONUÇ: Erişkin yaşta olmak, kalabalık ortamda yaşamak, evin oda sayısının az olması, sosyoekonomik düzeyin düşük olması Hepatit E enfeksiyonu riskini artırmaktadır. HEV gerek toplum sağlığı, gerekse yüksek riskli, çocuk, yaşlı, gebe ve immunitesi zayıf hastalar için büyük önem arz etmekte ve mortalite ve morbidite nedeni olabilmektedir. Bu nedenle HEV bulaşını engellemek için risk faktörlerini belirleyip halkı bilinçlendirilmesi, hijyen kurallarına uyumu sağlayıp, temel alt yapı koşullarını düzeltilmesi, temiz içme ve kullanma suyu temini sağlanmalıdır. ANAHTAR KELİMELER: Hepatit E virüsü, seroprevelans
  • Öğe
    Psoriasis hastalarında metabolik sendrom varlığı ile kardiyotropin-1 ve HS-CRP düzeylerinin ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Avcı, Duygu Alptekin; Kılıç, Sevilay
    Amaç: Psoriasis patogenezinde rol alan kronik inflamasyon ve metabolik sendrom (MS) başta olmak üzere birçok komorbidite nedeni ile kardiyovasküler riskin arttığı immun aracılı bir cilt hastalığıdır. Bu tez çalışmasında psoriasis hastalarında kardiyovasküler risk artışının Framingham risk skoru ve high sensitive- CRP (hs-CRP) kullanılarak değerlendirilmesi, olası artışın psoriasisin kendisinden mi yoksa psoriasisin en önemli komorbiditelerinden biri olan metabolik sendromdan mı kaynaklandığının araştırılması planlanmıştır. Ayrıca psoriasis hastalarında daha önce çalışılmamış olan kardiyotropin-1 (CT-1) değerlerinin belirlenmesi ve CT-1 düzeyinin MS ve kardiyovasküler risk ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma öncesinde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulundan 06.06.2016 tarihinde 18920478-050.01.04/E.63077sayılı belge ile izin alınmıştır. Bu tez çalışması Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Fonu tarafından desteklenmiştir (Proje ID:1057). Çalışmamız gözlemsel vaka kontrol tipinde olup 3 ayrı grup ile yürütüldü. İlk gruba 47 MS tanısı olan psoriasis hastası, ikinci gruba MS tanı kriterleri taşımayan 35 psoriasis hastası ve üçüncü gruba 37 sağlıklı kontrol dahil edildi. Kardiyovasküler hastalık riski Framingham Risk Skoru kullanılarak hesaplandı. Kardiyotropin-1 düzeyleri ELISA yöntemiyle, hs-CRP düzeyleri ise immünolojik aglütinasyon prensibiyle ölçülerek gruplar kendi arasında kıyaslandı. Bulgular: Psoriasis hasta grubunda hs-CRP ve CT-1 düzeyleri kontrol grubuna kıyasla yüksek bulundu (sırasıyla p=0,0001, p=0,0001). MS olan hasta grubunda CT-1 düzeyi MS olmayan hasta grubuna kıyasla yüksek (p=0,024) bulundu. MS olmayan psoriasis hasta grubunda hs-CRP ve CT-1 düzeyleri kontrol grubuna kıyasla yüksek bulundu (sırasıyla p=0,009, p=0,002). Framingham risk skoru düşük psoriasis hasta grubunun hs-CRP ve CT-1 düzeyleri kontrol grubundan yüksek saptandı (sırasıyla p=0,0001, p=0,0001). Sonuç: Çalışmamızda psoriasis hastalarında eşlik eden MS olmadan da kardiyovasküler risk artışı saptanmıştır ve CT-1 psoriasis hastalarında kardiyovasküler riski belirlemede kullanılabilecek yeni bir biyobelirteç olabilir.