Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Hücre dışı sirküler moleküllerin larenks kanserinde araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Yavuz, Başak; Çayır, AkınKanser hastalığı insidansı yüksek bir hastalıktır. Tedavisi kesin olmamakla birlikte maliyetlidir. Hastalık ne kadar erken teşhis edilirse başarı da o ölçüde artmaktadır. Larenks kanseri de insidansı giderek artan bir baş ve boyun kanseri çeşididir. Sigara kullanımı, sağlıksız beslenme gibi çevresel faktörlerle birlikte cinsiyet, yaş ve kalıtım da önemli etkenlerdir. Erkeklerde görülme oranı kadınlarda görülme oranına göre oldukça fazladır. Baş ve boyun kanserlerinin teşhis ve tedavisi oldukça kısıtlı ve eski yöntemlerle yapılmaktadır. Hastalık ilerledikten sonra teşhis edilebilmekte ve bu da tedavinin etkinliğini azaltmaktadır. Biyomarkerlar doğrudan veya dolaylı olarak hastalıktan etkilenen böylece hastalığın varlığını ve ciddiyetini ortaya koyan kolayca ölçülebilen moleküllerdir. Hücre dışı sirküler DNA (ccfDNA), ccfRNA ve ccfmiRNA sağlıklı bireylerde ölçülebilen moleküllerdir. Diğer taraftan, hastalık durumlarında, hücre dışı sirküler nükleik asitlerin miktarsal olarak değiştiği bilinmektedir. Bundan dolayı, çalışmanın temel amacı, alınan kan örneklerinden ayrılan plazma örneklerinde hücre dışı nükleik asit miktarlarını belirlemek, bu miktarların sağlıklı olan bireylerden farklı olup olmadığını ölçmektir. Bu çalışmada, daha önce tanı ve tedavisi gerçekleşmiş 46 larenks karsinomlu olgu ve 46 kontrol grubu olmak üzere toplam 92 birey değerlendirilmiştir. Tüm hasta ve kontrol grubunu oluşturan bireylerin periferal kan örnekleri alınmıştır. Tam kan örnekleri kan ve plazmaya ayrılıp uygun koşullarda (-80 derece) saklanmıştır. Plazmada yer alan serbest moleküller Qubit 2.0 cihazı kullanılarak fluorometrik olarak ölçülmüştür. Elde edilen bu değerler Mann Whitney U testi ile karşılaştırılmıştır. Popülasyonlara ait diğer faktörlerin etkilerini görmek için çoklu regresyon analizi yapılarak sonuçlar değerlendirilmiştirÖğe Pestisit maruziyetine cevaben oluşabilecek DNA metilasyon değişiminin in vitro koşullarda araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Ergün, Hacer; Çayır, AkınOn yılı aşkın süredir gerçekleştirilen bilimsel çalışmalar, çevresel kirleticilerin genom ve/veya epigenom düzeyinde değişmelere neden olduğunu göstermiştir. Artan veriler çevresel kirleticilerin epigenetik modifikasyonları değiştirebildiğini göstermiştir. Epigenom düzeyinde meydana gelen değişmelerin başta kanser olmak üzere birçok hastalığın etiyolojisinde tek başına ve/veya başka mekanizmalarla birlikte rol oynayabileceği bilinmektedir. Bu bağlamda, çevresel kirleticilerin epigenetik mekanizmaları değiştirerek/etkileyerek bazı hastalık süreçlerini değiştirebileceği düşünülmektedir. Tez çalışmasında, Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC - The International Agency for Research on Cancer) tarafından insanda karsinojen potansiyeli yüksek olarak ilan edilen 2 adet pestisit in vitro koşullarda epigenetik modifikasyonlardan total DNA 5 metilsitozin (5mC) miktarını değiştirip değiştirmediği araştırılmıştır. Bu amaçla, Glyphosate ve Tetrachlorvinphos pestisitlerinin çeşitli konsantrasyonları ile A549 hücreleri in vitro koşullarda muamele edilmiştir. 12 ve 24 saat muamelelerin sonunda izole edilen DNA örnekleri ELISA yöntemine dayalı kit yardımıyla total 5mC miktarı belirlenmiştir. Elde edilen sonuçlara göre Glyphosate ile 12 ve 24 saat muamele sonucunda total 5mC miktarı artmıştır. 24 saatlik muamelede, total 5mC miktarı istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Araştırılan konsantrasyonlar, sitotoksik olmayan dozlardır. Diğer taraftan, Tetrachlorvinphos ile muameleden sonra ölçülen total 5mC miktarı negatif kontrole göre artmıştır. Bu artışlar konsantrasyon artışı ile birlikte olup, en yüksek konsantrasyonların neden olduğu 5mC miktarının istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmüştür. Bu çalışma ile karsinojenik olduğu bildirilen iki pestisitin, DNA metilasyon miktarlarını değiştirdiği belirlenmiştir. Total 5mC miktarı, bu iki pestisit için birer maruziyet biyomarkırı olabileceği gibi karsinojenite için de bir etki mekanizması olabileceği önerilmektedir.Öğe Oksitosin reseptör gen polimorfizmi ile hipertansiyon hastalığı arasındaki ilişkinin araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Dermenci, Begüm; Hız, Meliha MerveHipertansiyon, kontrol edilemeyen kan basıncı yüksekliğiyle kendini gösteren, tedavi edilmediği takdirde kalp yetmezliği, hemorajik inme, travmatik inme, periferik arter hastalıkları, koroner kalp hastalıkları, aort diseksiyonu, ko-morbid metabolik hastalıklarla beraber metabolik sendrom ve bu gibi ciddi komplikasyon riskini arttıran kesin mekanizması henüz netleştirilememiş ve sıklığı giderek artan kronik bir hastalıktır. Nedene yönelik sınıflandırma yapıldığında, primer hipertansiyon bazı çevresel etkenlerden (tuz tüketimi, stresli kişilik yapısı, alkol ve sigara, sedanter yaşam tarzı ve obezite, non-steroidal anti inflamatuar ilaçların fazla kullanımı vb.), RAAS sistemindeki bozulmalardan, düşük doğum ağırlığından ve genetik yatkınlıktan veya bu nedenlerin çeşitli kombinasyonlarından kaynaklandığı bilinmektedir. Ancak genetik yatkınlığa sebebiyet veren mono veya poligenik faktörler ile ilgili literatürde yeterli çalışmaya rastlanmamıştır. Çalışmamız komplike bir hastalık etiyolojisine sahip olan hipertansiyonun, genetik altyapısını aydınlatmaya yönelik yapılmış olan bir çalışmadır. Çalışmamıza hipertansiyon tanısı konmuş 140 gönüllü ve herhangi bir kronik hastalığı bulunmayan 140 sağlıklı gönüllü dahil edilmiştir. Çalışma grubumuzdan alınan 2 ml venöz kandan DNA izolasyonu gerçekleştirilmiş, Real-Time PCR cihazında hibridizasyon metoduyla wild-type (yabanıl), heterozigot ve mutant genotipler belirlenmiştir. Çalışmamızda C alleli mutant allel olarak alınarak sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilmiştir. Kontrol grubunda rs2268498 TT alleli genotipinde 41 birey, CT genotipinde 64 birey, CC genotipinde de 35 birey mevcuttur. Hasta grubunda ise TT genotipi, 42 birey CT genotipi 63 birey, CC genotipi de 35 birey olarak bulunmuştur. Bunun sonucunda istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gözlenmemiş olup populasyon Hardy Weinberg dengesinde değildir (p<0.05). Tez kapsamında yapılan değerlendirmede OXTR rs2268498 gen bölgesi için homozigot, heterozigot modelde ve allel frekansının değişiminde hipertansiyon riski ile ilişkili bulunamamıştır. Anahtar Kelimeler: Hipertansiyon, Oksitosin, Polimorfizm, OXTR.Öğe Troit hastalarında sirküler hücre dışı DNA miktarı ve bu DNA'nın metilasyon derecesinin belirlenmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Çılgın, Güner Begüm; Çayır, AkınFarklı vücut sıvılarında bulunan nükleik asitler farklı özellikleri nedeni ile araştırılmıştır. Bunlar arasında sirküler serbest DNA (ccfDNA) 1948 yılında keşfedilmiştir. Fakat birçok yetersizliklerden dolayı uzun yıllar çalışılmamıştır. Son zamanlarda yapılan çalışmalar ccfDNA'nın hastalıklar için önemini ortaya koymuştur. Dolaşım sistemindeki ccfDNA'nın varlığı tiroid hastalıkları için yeni biyobelirteçler araştırmada kusursuz bir fırsat sunmaktadır. Tez çalışmasının ilk amacı, farklı tiroid hastalıklarının ccfDNA miktarlarını belirlemek, bu miktarların hastalık grupları ve kontrol grubu arasında değişip değişmediğini değerlendirmektir. Bu çalışmanın ikinci amacı ise ccfDNA'da bulunan total DNA metilasyon miktarını ölçerek tiroid hastalıkları için biyomarker olma potansiyelini değerlendirmektir. Bu amaçla hasta grupları ve sağlıklı bireylerinden kan örnekleri alınmıştır. Qubit 2.0 cihaza kullanılarak plazma örneklerindeki ccfDNA miktarı ölçülmüştür. İzole edilen DNA'lardan Elisa yöntemine dayalı kit yardımıyla total 5mC miktarı belirlenmiştir. Elde edilen sonuçlara göre benign, tiroidit ve malign hastalarının kanlarındaki ccfDNA miktarının istatistiksel olarak kontrol grubundan daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Bundan dolayı alınan örneklerdeki ccfDNA miktarı tiroid hastalıkları için farklılık göstermekte ve bir biyomarker olma potansiyeli taşımaktadır. Diğer taraftan, tiroidit hastalarından elde edilen DNA metilasyon (5mC) miktarı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur. Malign ve benign grupları kontrol grubu ile metilasyon dereceleri karşılaştırıldığında anlamlı bir fark görülmemiştir. Hastalık grupları da kendi arasında karşılaştırıldığında malign ve benign grupları arasında istatistiksel olarak bir fark bulunmazken, tiroidit ve benign ile tiroidit ve malign grubları arasında istatistiksel olarak fark görülmüştür. Yapılan değerlendirmeler sonucunda bu çalışmada tiroid hastalarının tedavisinde ve kanser teşhisinde ccfDNA'nın ve onun metilasyon derecesinin biyobelirteç olarak kullanılabileceği önerilmektedir.Öğe Habituel abortus ve infertilite görülen çiftlerde C bantlama, CD bantlama ve nor bantlama tekniği ile sayısal ve yapısal kromozom anomalilerin araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Has, Hülya; Özdemir, ÖztürkTekrarlayan düşükleri olan çiftler toplumun %1'ini oluşturmaktadır. Bu anlamda çiftlerin etiyolojik sebeplerin dışında sitogenetik olarak da incelenmesi önemlidir. Genel olarak bakıldığında sayısal-yapısal kromozom abersiyonlarının oranı %5 civarındadır. Aynı zamanda 1-20 yıllık evli, en az 1 yıl düzenli ilişkiye girmelerine rağmen gebe kalamayan primer ve sekonder infertilitesi bulunan çiftlerin de sitogenetik açıdan değerlendirilmesi son derece önemlidir. İnfertil çiftlerin hormonal düzensizlik, immünoloji gibi sebeplerin dışında sayısal-yapısal kromozom anomalileri de sebep olarak gösterilebilir. Yapılan hücre kültürü esnasında görülen sayısal anomaliler trizomi, monozomi, anöploidi gibi toplam kromozom sayısında meydana gelen sapmalardır. Yapısal anomalilerin başında ise translokasyon, delesyon, inversiyon gibi başlıca morfolojik değişiklikler gelmektedir. Kromozom anomalilerin araştırılması için genel olarak GTG bant düzeyinde inceleme yapılmakta ve burada şüphenilen bir koromozom anomalisi durumunda diğer bant tekniklerine başvurulmalıdır. C bantlama, NOR bantlama ve CD bantlama teknikleriyle habituel abortus ve infertil çiftlerindeki kromozomlarındaki yapısal anomalileri tespit edilecektir. Yaptığımız araştırmada en az 2 tekrarlayan düşüğü olan 25 çift (50 kişi) hasta grubu ve en az 1 yıldır çocukları olmayan 25 çift (50 kişi) hasta grubu bulunmaktadır. Ayrıca infertilite ve abrtus tanısı ile gelmeyen 20 kişi kontrol hasta grubu bulunmaktadır. Karyotip analizleri yapılan çiftlerimize aynı zamanda C bantlama, CD bantlama ve NOR bantlama teknikleri de uygulanmış. Bu teknikler ile C bantlama yapılan çiftlerin 1, 9, 16 ve y kromozomların heterokromatin varlığı heterozigot, homozigot ve wild olarak değerlendirilmiş, NOR bantlama yapılan çiftlerimizin ise 13, 14, 15, 21 ve 22. kromozomların satellit varlığı değerlendirimiş ve CD bantlama ile tüm krozomların sentromer bölgelerindeki kinetekor varlığına bakılmak istenmiştir. Elde edilen verilere göre 1 ve 9 numaralı koromzom için C bant polimorfizm oranları 16 ve y kromzomuna göre yüksek oranda ve anlamlı çıkmıştır. 13, 14, 15, 21 ve 22 numaralı akrosentrik kromozomların NOR bant satellit polimorfizmine bakılmış, 15, 21 ve 22 numaralı kromzom NOR bant polimorfizmi diğerlerine göre anlamlı ve yüksek oranda saptanmıştır. CD bantlama laboratuvar koşulları ve teknik sebeplerden optimize edilememiştir.Öğe Enterokok izolatlarında ESP, CYLB ve gele virulans faktörü genlerinin belirlenmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) Murıqı, Narcın; Ünver, AhmetÖZET Enterokoklar hastane kökenli enfeksiyonlarda sıklıkla izole edilen bakteriler olup oluşturdukları enfeksiyonlara karşı tedavi amaçlı kullanılan antibiyotiklere geliştirdikleri direnç sayesinde hastanelerin önemli sorunları arasında yer almaktadır. Enterokokların en önemli virulans faktörleri arasında hemolizin veya sitolizin (cyl), jelatinaz (gelE), enterokokal yüzey proteini (esp), agregasyon faktörü, MSCRAMM Ace, kapsül hücre duvarı polisakkaritleri, lipoteikoik asit, süperoksitler, seks feromonları, hyaluronidaz, Efa-A, AS-48 ve antibiyotik direnci bulunmaktadır. Bu çalışmada enterokok izolatlarında önemli virulans faktörü genlerin mevcudiyetinin araştırılması hedeflenmiştir. Bu amaçla Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarına gelen klinik ve sürveyans örneklerinin rutin incelenmesi sonucunda enterokok olduğu belirlenen 200 izolat kullanıldı. Bu suşlar 91 (biri vankomisin dirençli) E.faecalis, 102 (66'sı vankomisin dirençli) E faecium, 5 E.gallinarum ve 2 E.avium'dan oluşmaktaydı. Bu etkenlerden DNA izolasyonu ve esp, gelE ve cylB genlerini spesifik primerler kullanarak amplifiye eden PCR analizi gerçekleştirildi. Çalışma sonuçlarına göre esp, gelE ve cylB genleri sırasıyla toplam 167(% 84), 52 (%25,5) ve 33 (%16,5) izolatta belirlendi. Her üç geni (esp, gelE, cylB) ihtiva eden izolat sayısı 11 (%5,5) olarak bulundu. Çalışma sonuçları araştırma kapsamındaki enterokokların klinik veya surveyans örneklerinden izole edilme veya vankomisine dirençlilik durumları ayırt edilmeksizin büyük bir bölümünün önemli virulans potansiyeline sahip olduklarının göstermektedir. Bu durum, enterokoklarda başta esp, gelE ve cylB olmak üzere diğer virulans belirleyicilerinin de dikkatle izlenmesinin uygun kontrol ve mücadele yöntemleri için gerekli olabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Sözcükler: Enterokok, virulans, esp, gelE, cylBÖğe Non dipper hipertansiyon ile Vitamin D reseptör gen polimorfizmi arasındaki ilişki(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Demirci, Elif Atagül; Sılan, Fatma; Özdemir, ÖztürkNormal popülasyonda kan basıncı gündüz en yüksek değerlerde seyretmekte ve gece en düşük değerlere ulaşmaktadır. AKBT ile belirlenen bu ritim ile hastalar dipper ve non-dipper HT olarak iki sınıfa ayrılmıştır. Biz bu çalışmamızda 24 saatlik ambulatuar kan basıncı takibi sonuçlarına göre Non-dipper ve dipper hipertansiyona sahip olan hastalarımızın vitamin D seviyeleri ve vitamin D gen Cdx2 polimorfizmi bakımından anlamlı fark olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Hipertansiyon tanısı alan 33 kişinin AKMI yapılarak 14 Non-dipper hipertansiyona sahip olan ve 19 dipper hipertansiyona sahip olanlar olmak üzere ayrılmıştır. 9 Non-dipper ve 8 dipper normotensif kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Retrospektif olarak hasta ve gönüllülerin vitamin D seviyeleri incelenmiştir. Tüm hastaların DNA izolasyonu yapıldı. Real Time PCR yöntemiyle vitamin D reseptör geni CDX2 polimorfizmi bakımından tüm hastaların genotiplendirilmesi yapılarak gruplar arasında farklılıklar incelendi. Çalışmaya katılan hastaların ortalama 25-Hidroksi vitamin D düzeyleri 18,9 ± 10,7 idi. Non-dipper hipertansiyon hastalarının vitamin D düzeylerinin 26,13 ± 8,98 iken dipper hipertansiyon hastalarının 24,96 ± 10,72 aralarında istatistiksel anlamlı fark yoktur. (p=0,778) D vitamini Cdx2 polimorfizmi olan (GA veya AA) hastaların %88,2 si (n=15) hipertansiyon hastası iken genetik polimorfizmi olmayan (GG) hastaların %51,5 i (n=17) hipertansiyon hastası idi. Hipertansiyon varlığı ile Cdx2 polimorfizmi birlikteliği istatistiksel olarak anlamlıydı. (p=0,010) Çalışmaya katılan hastaların ortalama 25-hidroksi vitamin D düzeyleri düşüktür. Non-dipper ve dipper hipertansiyon hastalarının vitamin D seviyeleri arasında istatiksel bir anlamlı fark yoktur. Vaka sayımız az olmasına rağmen Cdx2 polimorfizmi özellikle Nondipper HT için anlamlı bir risk faktörü olarak görülmektedir. Heterozigot veya mutant Cdx2 polimorfizme sahip olan hastaların hipertansiyon tanıları daha fazladır. Hipertansiyon ile vitamin D polimorfizmleri arasındaki ilişkinin daha iyi aydınlatılabilmesi için daha fazla hasta sayısı içeren daha kapsamlı çalışmalar yapılması gerekmektedir.Öğe Enterokok izolatlarında vanA, vanB ve vanC genlerinin belirlenmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Sargın, Mümin; Ünver, AhmetEnterokokların hastane ve toplum kökenli enfeksiyon etkenleri arasındaki önemi hızla artmaktadır. Bu etkenlerde gelişen vankomisin direnci ve vankomisine dirençli türlerin birçok antibiyotiğe de dirençli olması, enterokokal enfeksiyonların tedavisini güçleştirmektedir. Vankomisin direnci ile ilişkili genlerin belirlenmesi bu önemli direncin özelliklerini daha iyi anlamaya ve etkin tedavi ve mücadele yöntemlerine yardımcı olmaktadır. Bu çalışmada vankomisin direnci ve tür özellikleri farklı enterokok izolatlarında vankomisin direnciyle ile ilişkili önemli genlerden vanA, VanB ve VanC'nin PCR ile belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışma materyali olarak, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarında Haziran 2013 – Mart 2014 tarihleri arasında Vitek-2 Compact ile tanımlanmış 91'i (%45,5) (biri vankomisin dirençli) E. faecalis, 102'si (%51) (66'sı vankomisin dirençli) E. faecium, beşi (%2,5) E. gallinarum ve ikisi (%1) E. avium'dan oluşan 200 izolat kullanıldı. Bakterilerden DNA izolasyonu ve özgün genleri amplifiye eden PCR gerçekleştirildi. Toplamda 97 (%48,5) vanA, dört (%2) vanC, iki (%1) vanA+vanC direnç genleri pozitif izolat tespit edilirken, 97 (%48,5) izolat direnç genleri bakımından negatif olarak belirlendi. Doksan E. faecalis izolatından 19'u (%21,1) vanA pozitif olarak tespit edilirken, 71 (%78,9) suş ise negatif olarak belirlendi. Otuz altı E. faecium suşundan 16 tanesi (%44,4) vanA pozitif bulunurken 20 izolat (%55,6) ise negatif olarak belirlendi. Beş E. gallinarum izolatından dördü (%80) vanC pozitif olarak tespit edilirken, bir (%20) suşun vanC negatif olduğu bulundu. İki E. avium izolatı analiz edilen tüm direnç genleri açısından negatif olarak ortaya konuldu. Vitek-2 tarafından VR E. faecium olarak tanımlanmış 66 suşun 61'i (%92,4) vanA, ikisi (%3) vanA+vanC olarak tespit edilirken, üç (%4,6) izolat negatif olarak belirlendi. Bu araştırmada izole edilen hem VRE hem de VSE suşlarında belirlenen yüksek düzeyde direnç geni varlığı, başta vanA, vanB ve vanC olmak üzere direnç ilişkili genlerin dikkatle izlenmesinin etkin kontrol ve önleme yöntemleri için gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu çalışmanın enterokokların direnç özelliklerini ve epidemiyolojisini daha iyi anlamaya ve ilgili genlerin belirlenmesi şeklindeki tanısal desteğin önemini daha iyi kavramaya katkı sunması beklenmektedir.Öğe Bazı antiseptik ve dezenfektanların antibakteriyel etkinliklerinin araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2015) Avcı, Derya; Otkun, Müşerref TatmanÇalışmamızda Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi (ÇOMÜ-SUAM)'da sık kullanılan antiseptik ve dezenfektanlardan dört tanesini inceledik. Bunlar etil alkol, sodyum hipoklorit (%5), povidon iyot (%10), glutaraldehit (%2)'tir. Hastalardan sık izole edilen hastane enfeksiyonu etkeni 12 tane bakteri kullanıldı. Bu bakteriler her birinden üçer tane olmak üzere Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, metisiline dirençli Staphylococcus aureus, vankomisin resistant Enterococcus'tur. Kontrol için üç tane American Type Culture Collection (ATCC) standart suşu (P.aeruginosa ATCC 27853, Escherichia coli ATCC 25922, Staphylococcus aureus ATCC 6538) kullanıldı. Antiseptik ve dezenfektanlar farklı konsantrasyonlarda denendi. Etil alkol %95-%70-%50'lik konsantrasyonda test edildi. Sodyum hipoklorit (%5) sulandırılmadan, 1/10 ve 1/100 sulandırılarak çalışıldı. Glutaraldehit (%2) ve povidon-iyot (%10) için sulandırılmadan, 1/2 ve 1/4 sulandırılarak uygulandı. Kalitatif süspansiyon test yöntemi ile 1, 2, 5, 10, 30 dakikalık temas süresince maddelerin etkilerini araştırdık. Bu çalışmada tüm sulandırımlarında bir dakikalık karşılaşma sonrası tüm bakterilerin üremesini inhibe eden povidon-iyot (%10) en etkili antiseptik, sulandırılmadan ve 1/2 sulandırımda yine 1 dakikada tüm bakterilerin üremesini inhibe eden glutaraldehit (%2) en etkili dezenfektan olarak gözlemlendi. Etil alkol için %70'lik konsantrasyonun en az 2 dk süre ile temasının uygun olduğunu tespit ettik. Sodyum hipoklorit (%5) 1/10 sulandırımda kullanıldığında 1 dakikalık temas tüm bakterilerin üremesini inhibe ederken, 1/100 sulandırımda kullanıldığında tüm bakterileri öldürmek için en az 5 dakika süre ile uygulanması uygun olacaktır. Hem hastaların hem de sağlık çalışanlarının hastane enfeksiyonlarından korunabilmesi için tüm hastanelerde dezenfeksiyon politikası oluşturulmalıdır. Her hastanenin kendi mikroorganizmalarına karşı etkili antiseptik ve dezenfektanları tespit etmesi hem maliyet hem de güvenli sağlık ortamı için faydalı olacaktır. Anahtar Sözcükler: Antiseptik, Dezenfektan, Dezenfeksiyon, Etkinlik.Öğe Mycobacterium tuberculosis complex suşlarının genotiplendirilmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) Karadeli, Nimet; Ünver, AhmetTüberküloz, Mycobacterium tuberculosis kompleksi (MTK) olarak tanımlanan mikroorganizma gruplarının neden olduğu kronik, nekrozitan bir hastalıktır. Tüberküloz, tedavi edilebilir bir hastalık olmasına rağmen, günümüzde önem kazanan hastalıklar arasındaki yerini korumaya devam etmektedir. Bu yüzden; daha hızlı, ucuz, duyarlı ve spesifik tanı yöntemleri kullanarak tanı ve tedaviye katkı sağlanması için bir çok araştırma geliştirme çalışmaları yapılmaktadır. Tüberkülozun toplum içerisindeki hızlı yayılım nedenlerinin anlaşılması ve daha etkili kontrol önlemlerinin geliştirilebilmesi için moleküler bazlı epidemiyolojik yöntemlerin yaygınlaşması gerekmektedir. Dünyada son yıllarda tüberkülozun moleküler epidemiyolojisiyle ilgili çalışmalarda görülen hızlı artışa karşın, ülkemizde MTK'in epidemiyolojik özelliklerini tespite yönelik yapılan araştırmalar sınırlıdır. Bu yüzden çalışmamız, literatüre ışık tutarak, hem ulusal hemde yurt dışı alanda, hızlı tespit yöntemleriyle birlikte, etkili tedaviyede ışık tutacaktır. Bu çalışmada Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Mikobakteriyoloji Laboratuvarında, sıvı bazlı kültür sistemleriyle tanımlanmış MTK suşlarının PCR-RFLP yöntemi ile genotiplendirilmesi amaçlandı. Çalışmada, MTK olarak tanımlanan mikroorganizma grubunda, 1020 bp gyrB geni çoğaltıldıktan sonra AfaI and TaqI ile yapılan enzim kesim sonuçlarına göre, 75 (%98,7) izolat M. tuberculosis olarak ve 1 izolat (%1,3)M. bovis olarak belirlendi. MTK etkenlerin tiplendirilmesi hastalığın epidemiyolojisini daha iyi anlamaya ve daha etkin teşhis, tedavi ve kontrol yöntemlerinin alınmasına katkı sunabilecektir. Anahtar Sözcükler: gyrB, MTK, M. bovis, M. tuberculosis, PZR-RFLP.Öğe Ağızda maya yükünün belirlenmesi ve izole edilen candida cinsi mayaların tanımlanması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Ateş, Gülçin Özcan; Otkun, MüşerrefMikrobiyota, insan vücudun çok önemli bir parçasıdır ve ağız mikrobiyotası insan mikrobiyotasınının önemli bir kısmıdır. Ağız, birçok mikroorganizmayı yapısında içermektedir. Bu mikroorganizmalar, bakteri, maya, küf, protozoon ve arkelerdir. Mikrobiyota çalışmalarında genel olarak bakteriyel mikrobiyota belirlenirken, fungal mikrobiyota ile ilgili çalışmalar az bulunmaktadır. Bununla birlikte son zamanlarda fungal mikrobiyota üzerine olan çalışmalar hızla artmaktadır. Mikrobiyota günümüzde insan vücudunun bir organı olarak kabul edilmekte ve sağlığı etkilediği üzerine çeşitli çalışmalar bulunmaktadır. Hatta bazı durumlarda mikrobiyotanın bir parçası olan mikroorganizmanın, çeşitli koşullar altında fırsatçı patojen durumunda hastalıklara sebep olduğu bilinmektedir. Özellikle Candida cinsi mayalar fırsatçı patojen mikroorganizmalardır. Bu nedenle araştırmamızda sağlıklı 1825 yaş arası genç bireylerin ağız mikrobiyotasında bulunan maya yükleri ve Candida cinsleri belirlenmiştir. Çalışmamıza katılan 31 katılımcıdan örnek alınmıştır ve katılımcılara anket uygulanmıştır. Katılımcılardan alınan örneklerin SCAF ve SDA besiyerlerine ekimleri yapılmıştır. Sonuç olarak sağlıklı 18-25 yaş arası genç bireylerin ağız maya yükünün SCAF besiyerinde 0,01±0,01 ve 1,87±0,01 log kob ve SDA besiyerinde bakteri ve maya yükünün ise 0,01±0,01 ve >3,00±0,01 log kob düzeyinde olduğu belirlenmiştir. Sayım petrilerinden toplam 500 adet izolat alınmıştır. Alınan izolatların öncelikle lam-lamel arası preparatları hazırlanarak maya olup olmadığı belirlenmiştir. 140 izolatın maya olduğu belirlenmiştir. Maya olduğu belirlenen izolatlara GTT yapılmıştır. GTT ile 108 tanesinin muhtemel Candida albicans/dublinensis olabileceği belirlenmiştir. 140 izolat daha sonra MALDI-TOF MS ile tanımlanmıştır. İzolatların 54 tanesi C. albicans, 5 tanesi C. albicans (africana), 46 tanesi C. dublinensis, 28 tanesi C. parapsilosis, 3 tanesi C. inconspicua, 3 tanesi Pichia manshurica ve 1 tanesi Wickerhamomyces subpelliculosus olarak tanımlanmıştır.Öğe Multiplex ligation- dependent probe amplification (MLPA) tekniği kullanılarak küçük hücre dışı akciğer kanserleriyle ilişkili bazı genlerin incelenmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2015) Karadeli, Ümit; Uludağ, AhmetKansere bağlı ölüm nedenleri arasında, akciğer kanseri ilk sıralarda yer almaktadır. Tümör süpressör genler, hücre büyümesini düzenleyerek tümör gelişimini engelleyen genlerdir. Metillenme, genlerin transkripsiyonunu engelleyen epigenetik bir mekanizmadır. Çalışmamızda MLPA yöntemi ile akciğer kanserlerine özel dizayn edilen Salsa MLPA Probemix 175/294 ve Salsa MLPA ME002 kitleri kullanılarak, akciğer kanserleriyle ilişkilendirilmiş genlerin amplifikasyon, delesyon ve metilasyonlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmamız da histopatolojik olarak incelenip, "küçük hücre dışı akciğer kanseri" tanısı almış 30 olgu ve her hastaya ait kanser dokularından elde edilen DNA örnekleri çalışma grubu olarak, aynı hastaya ait kanser dokusu içermeyen 30 çevre dokularından elde edilen DNA örnekleri de kontrol grubu olarak ele alınmıştır. Elde edilen bu sonuçlar incelendiğinde, akciğer kanserli tümöral dokularda en sık 22q, 13q, 1p ve 10q delesyonları; 9q ve 17q amplifikasyonları görülmüştür. Akciğer kanserli tümöral dokularda ve çevre akciğer dokularında birbirlerine yakın oranlarda en sık ATM, CDH13, MGMT ve BRCA2 prob bölgelerinde metilasyon görülmüştür. Sonuç olarak MLPA ve MS- MLPA yöntemleri akciğer kanserlerindeki tümör süpressör genlerinin değişimlerini inceleyen, ucuz, hızlı ve kolay bir yöntemdir. Bu yöntemlerin rutin kullanımda sıklığının artması gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar sözcükler: Akciğer kanseri, Metilasyon, MLPA, MS-MLPA, Tümör süpressör genler.Öğe Kromozom 22 yapısal anomalilerinin floresan ın situ hibridizasyon (FISH) yöntemi ile ileri analizi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Avnak, Zeliha; Sılan, FatmaDünya Sağlık Örgütü (WHO) gebelik kaybını (düşük, abortus); 20. gebelik haftasından önce veya fetüsün doğum ağırlığının 500 g'dan az olduğu gebeliklerin sonlanması olarak tanımlamaktadır. Tekrarlayan gebelik kaybı (TGK) birbirini izleyen en az 2 yada daha fazla gebeliğin 20. gebelik haftasından önce spontan olarak sonlanmasıdır. İnfertilite ise, bir yıl süreyle çiftlerin, herhangi bir gebelikten korunma yöntemi kullanmamalarına ve düzenli cinsel ilişkide bulunmalarına rağmen çocuk sahibi olamama durumudur. TGK ve infertilite etiyolojisinde genetik faktörler, özellikle kromozom anomalileri önemli yer tutmaktadır. FISH analizi, rutin sitogenetik analizler ile saptanamayan 5 mb' dan küçük kromozom anomalilerinin aydınlatılmasında kullanılan etkin bir yöntemdir. Tez çalışması kapsamında; TGK hikayesi olan 22 kişi ve infertilite hikayesi olan 22 kişi çalışma grubunu oluştururken; hiç düşük yapmamış, sağlıklı en az iki çocuğu olan 22 kişi ise kontrol grubunu oluşturmaktadır. Tez çalışması sürecinde çalışma grubunu oluşturan TGK ve infertilite olgularına Giemsa Bantlama Tekniği (GTG) ile kromozom analizi yapılmış ve bir sayısal kromozom aberasyonu içermediği gözlenmiştir. GTG bantlama ile yapılan kromozom analizinin ardından tüm olgulara kromozom 22'nin (22q11.2) ve (22q13.3) bölgelerinin her ikisine spesifik probların kullanıldığı FISH yöntemi ile ileri analizler yapılmış, elde edilen sonuçlar sağlıklı kontroller ile karşılaştırılarak istatistiksel olarak değerlendirilmiş ve TGK'nı 21 kat, infertiliteyi 17,5 kat arttırdığı görülmüştür. Yapılan istatistiksel analizler, kromozom 22 'nin 22q11.2 ve 22q13.3 bölgelerinde meydana gelebilecek bir yapısal kromozom aberasyonunun hem TGK hem de infertilitede risk oluşturabileceğini ve bunu saptamada FISH'in etkin bir yöntem olduğunu göstermiş; infertilite ve tekrarlayan gebelik kaybı olan çiftlerde etiyolojinin saptanmasında tanısal değeri olabileceği öngörülmüştür. Anahtar Kelimeler: FISH, TGK, İnfertilite, Kromozom 22, Kromozom AnomalisiÖğe Array CGH (karşılaştırmalı genom hibridizasyonu) tekniğinin mental retardasyonlu olguların rutin tanısındaki yeri ve önemi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Işın, Betül; Özdemir, ÖztürkArray CGH (Karşılaştırmalı Genom Hibridizasyonu) tüm kromozomlardaki olası delesyon ve duplikasyonlar ile bu anomalilerin boyutlarının saptanmasını sağlayan ileri bir tekniktir. Mental retardasyon bireyde sosyal ve uyumsal davranışların geriliği, akademik ve konuşma becerilerinde kısıtlılık şeklinde ortaya çıkan nörogelişimsel bozukluklardır. Projemizde mental retardasyon ön tanısı/tanısı almış 8 adet hastaya ait DNA bankası kullanılarak array CGH analizi ile olası mikrodelesyon ve duplikasyonların tespit edilmesi amaçlandı. Çalışmamızda kullanılan 8 hastadan birinde 4p16.3 duplikasyonu saptandı ve ilgili genlerin analizi gerçekleştirildi. Bir hastada 15q11.2 mikrodelesyon sendromu saptandı. 5 hasta normal olarak sonuçlandırıldı. Normal olarak sonuçlandırılan iki hastada X'e bağlı mental retardasyona sebep olan ZNF41 geni aday gen olarak tespit edildi. Normal olarak değerlendirilen bebek hastada ise 1q31.3 duplikasyonu ve 22q12.3 bölgesinde duplikasyonu saptandı. Bu aberasyonlara bağlı olarak henüz nörolojik belirtiler gözlenmediği için normal olarak sonuç verildi. Hastanın gelişim dönemi boyunca takip edileceği ve duplikasyona uğrayan bölgelerdeki genlerin ilişkili olduğu nörolojik durumlar bakımından inceleneceği belirlendi. Bu çalışma ile array CGH yönteminin mental retardasyon hastalarında ayrıntılı analiz gücü sunarak ileri tanı sağladığı ortaya konmuştur. Bu doğrultuda yüksek rezolüsyon sağlaması, hastalıktan sorumlu genlerin araştırılması ve aday genlerin belirlenmesine olanak sağladığı için, mental retardasyon hastalarında ileri tanı yöntemi olarak belirlenmiştir. Aday genlerin etki mekanizmalarına dair ileri çalışmalar yapılması mental retardasyona neden olan genlerin belirlenmesi açısından önem taşımaktadır.Öğe ÇOMÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Tanı Merkezi'nde değerlendirilen tekrarlayan düşüğü olan olgulara ait sitogenetik sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2017) Uzun, Banu; Özdemir, ÖztürkDünya Sağlık Örgütü (WHO) doğum ağırlığı 500 g'dan az ve 20. gebelik haftasından önce meydana gelen 2'den fazla gebelik kayıplarını "tekrarlayan gebelik kaybı" (TGK/RPL) olarak tanımlamaktadır. Araştırmamızda, ÇOMÜ Tıbbi Genetik Laboratuvarına başvuran iki veya daha fazla tekrarlayan düşük öyküsü olan çiftlerdeki sitogenetik sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışma kapsamında 2014-2016 yılları arasında iki veya daha fazla tekrarlayan gebelik kaybı öyküsü sebebiyle tanı amaçlı başvuran, bilgilendirilmiş onamları bulunan toplam 241 çiftte ait arşiv dosya ve raporları değerlendirilmiştir. Değerlendirilen bütün hastalarda kromozom analizlerinin, rutin olarak periferik kan lenfosit kültürleri ile elde edilen metafazların geleneksel tripsin-GTG bantlama tekniği ile yapıldığı değerlendirilmiştir. İleri ve spesifik kromozom analizleri için bazı hastalarda sonuçlar FISH, QF-PCR ve MikroArray-CGH teknikleri ile korele edildiği rapor edilmiştir. Yapılan değerlendirme sonucunda, 2014-2016 yılları arasında TGK sebebiyle başvuran iki olguda sayısal kromozom anomalisi saptanırken, toplam 142 olgunun (%29,4) yapısal kromozom anomalisine sahip oldukları anlaşılmıştır. Saptanan kromozom anomalilerinin yıllara göre dağılımlarının; 2014 yılı için değerlendirilen toplam 150 olgunun 33'ünde (%22), 2015 yılında değerlendirilen toplam 168 olgunun 38'inde (%22,6) ve 2016 yılında değerlendirilen toplam 165 TD olgusunun 73'ünde (%44,2) çeşitli yapısal kromozom anomalisinin olduğu saptanmıştır. En yüksek oranda saptanan kromozom anomalisinin kromozom 9 uzun kol polimorfizmi (9qh+) olduğu anlaşılmıştır (%20,3). Sonuç olarak, mevcut araştırma projemiz kapsamında yapılan değerlendirme sonucunda tekrarlayan gebelik kaybı olan çiftlerde sayısal kromozom anomalisinin az olduğu fakat önemli oranda yapısal kromozom anomalilerine sahip oldukları ortaya konmuştur. Elde edilen sonuçlar 3 farklı yıl açısından (2014-2016) karşılaştırıldığında yaklaşık aynı sayıda hasta değerlendirildiği halde özellikle 2016 yılında olguların daha fazla oranda (%44,2) kromozom anomalisine sahip oldukları rapor edilmiştir. Araştırma sonuçları, TGK olgularının karyotip analizlerinde birbirini destekleyen birden fazla tekniğin birlikte kullanımının etkin ve doğru tanı için önemli olduğunu ortaya koymuştur. Anahtar Kelimeler: Tekrarlayan Düşükler, Sitogenetik, Kromozom AnomalileriÖğe Translokasyon ve diğer yapısal kromozom aberasyonu saptanan olgularda kromozom kırılma bölgelerinin microarray ile ileri analizi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2018) Karaağaçlı, Damla; Özdemir, ÖztürkMikroArray/a-CGH (Karşılaştırmalı Genom Hibridizasyonu) kromozomal delesyon ve mikro duplikasyonların analiz edildiği ileri moleküler bir tekniktir. Mevcut araştırma projesine, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Araştırma Hastanesi Tıbbi Genetik kliniğine rutin tanı için gelen ve/veya sevkedilen ve kromozom analizi sonucunda translokasyon ve/veya diğer yapısal aberasyon saptanan, farklı yaş ve klinik bulgulara sahip 4 kadın ve 4 erkek olmak üzere toplam 8 olguya ait sitogenetik ve a-CGH profilleri sonuçlandırılmış ve değerlendirilmiştir. Çalışmada, olgulara ait heparinize periferik kan karyotip ve kromozom analizi için; periferik kan-EDTA ise total genomik DNA izolasyonlarında kullanıldı. Metafaz örnekleri tripsin-GTG, C ve NOR bant teknikleri ve FISH ile değerlendirildi. EDTA'lı kan örneklerinden PureLink Genomik DNA izolasyon kiti kullanılarak total genomik DNA izolasyonları yapıldı. Olgu DNA'ları 60k a-CGH (Agilent Superprint G3 Human Cytogenomics, Signapore) tekniği kullanılarak referans DNA (Agilent) örnekleri ile karşılaştırıldı. Elde edilen sonuçlar yine Agilent Cytogenomics 4.0.2.21 software ile değerlendirildi. Elde edilen veriler değerlendirildiğinde; transloke karyotipinde olan sekiz olguda kromozomal translokasyonlarının tamamen dengeli olduğu ve söz konusu olan kromozomlarda submikroskobik düzeyde bir mikrodelesyon ve /veya duplikasyon olmadığı saptanmıştır. Bu olguların sitogenetikte tanımlanamamış bir ve/veya birden fazla farklı kromozomlarında beklenmedik mikrodelesyon ve duplikasyonların olduğu görülmüştür. Sınırlı sayıda vaka olmasına rağmen arastırma sonuçlarımız, a-CGH tekniğinin translokasyon, yapısal kromozom aberasyonu tanımlanmış olgularda yüz güldürücü, ileri bir tanı tekniği olması yanısıra özellikle dengeli translokasyonu olan olguların tespitinde güç bir durum oluşturmaktadır. Bu tür olguların kesin ve etkin tanı almasında geleneksel karyotip-kromozom analizi gibi diğer amaca ve olgu spesifik tanısal değerleri yüksek olan tekniklerle birlikte karşılaştırılmalı olarak kullanılmasının önemli olduğu ortaya konmuştur. Yanısıra özellikle büyük yapısal kromozom aberasyonlu (delesyon, duplikasyon vs) olguların doğru tanı almasında geçerli ve güvenilir bir ileri teknik olması yanısıra dengeli transloke olguların kesin tanısı için karyotip, kromozom analizinin altın standart bir teknik olduğu açıklıkla söylenebilir. Anahtar Kelimeler: C bantlama, Dengeli Translokasyon, FISH, İnsan Kromozomları, a-CGHÖğe ÇOMÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Tanı Merkezi'nde değerlendirilen infertilite olgularına ait sitogenetik sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2018) Kahveci, Derya Özdil; Sılan, Fatmaİnfertilite, çiftlerin bir yıl süre ile korunmaksızın haftada iki gün düzenli cinsel ilişkide bulunmalarına rağmen gebeliğin oluşmamasıdır. Son zamanlarda, invitro fertilizasyon tekniklerinin gelişimine bağlı olarak infertilitenin genetik nedenleri üzerine araştırmalar artmıştır. Araştırmamızda Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Tanı Merkezi'nde Değerlendirilen İnfertilite Olgularına ait Sitogenetik Sonuçlarının Retrospektif Olarak Değerlendirilmesiyle primer ve sekonder infertilite olgularının etiyolojisinde hangi tip kromozom anomalilerinin ve polimorfizmlerin rol oynadığının, gerek tanı ve gerekse bu ailelere preimplantasyon genetik tanı seçeneğinin sunulmasındaki yerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışma kapsamında 2011-2017 yılları arasında infertilite nedeniyle başvuran, bilgilendirilmiş onamları bulunan toplam 469 hasta (234 çift ve 1 erkek hasta) değerlendirilmiştir. Aynı zamanda, 469 hastanın 10'unda iki anomali veya polimorfizm araştırıldığı için toplam 479 arşiv dosyası ve rapor incelenmiştir. Her hastanın, rutin olarak periferik kan lenfosit kültürleri ile elde edilen metafazlarına geleneksel tripsin-GTG bantlama yöntemi uygulanmıştır. İleri ve spesifik kromozom analizleri için bazı hastalarda sonuçlar FISH ve MikroArray-CGH teknikleri ile korele edilip rapor edilmiştir. Kromozom anomalisi tespit edilen hastaların eğer varsa diğer sitogenetik analiz sonuçlarına da bakılmıştır. Çalışma kapsamında; 2011 yılında 16 hastanın 2'sinde (%12.5), 2012 yılında 90 hastanın 8'inde (%8.9), 2013 yılında 81 hastanın 8'inde (%9.9), 2014 yılında 63 hastanın 16 'sında (%25.4), 2015 yılında 92 hastanın 28'inde (%30.5), 2016 yılında 84 hastanın 45'inde (%53.6), 2017 yılında 53 hastanın 12'sinde (%22.7) kromozom anomalisi ve polimorfizm tespit edilmiştir. 479 olgu ile yaptığımız çalışmada olguların %14'ünde (67/479) 9qh+, %4.6'sında (22/479) diğer polimorfizmler (Yqh+ ve satellit artışları), %4'ünde (19/479) majör yapısal kromozomal anomali, %2.3'ünde (11/479) majör sayısal kromozomal anomali (delesyon, duplikasyon, translasyon, inversiyon) görülmüştür. Sonuç olarak, mevcut araştırma projemiz kapsamında yapılan değerlendirme sonucunda infertilite olan hastalarda sayısal kromozom anomalisinin az olduğu fakat önemli oranda yapısal kromozom anomalilerine sahip oldukları ortaya konmuştur. Anahtar Kelimeler: nfertilite, Sitogenetik, Kromozom AnomalileriÖğe İşitme engelli olgularda moleküler etiyolojik sebeplerin araştırılması(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2016) Kankaya, Duygu; Sılan, FatmaKonjenital Bilateral Sensorinöral işitme kayıplarının %60' ına genetik faktörler neden olmakta ve ileri derecede işitme kayıplarının yarısının tek bir gen mutasyonuna bağlı olduğu bildirilmektedir. GJB2 geninde ortaya çıkan mutasyonlardan biri olan 35delG mutasyonu anormal konneksin 26 (GJB2) proteinin sentezine neden olur ve bozulan konneksin 26 protein sentezi işitme kaybına sebep olur. Bu çalışmada; İşitme kaybı olan hastalarda GJB2 gen mutasyonlarının işitme kaybı üzerindeki etiyolojisinin araştırılması amaçlanmaktadır. Çalışmaya 90 desibel ve üzeri bilateral sensörinöral işitme kaybı olan 46 hasta dahil edildi. Hastaların periferik kan-EDTA örneklerinden total DNA izole edildi. GJB2 geninin 1. ve 2. ekzonları PCR ve Sanger Sequencing yöntemi ile analiz edildi. Bu çalışmada 3130 Genetic Analyzer cihazı ve Seqscape v 2.6 ve Sequencing Analysis 5.3.1 yazılımları kullanıldı. İşitme kaybı olan 46 hasta (5 K, 41 E) incelendiğinde 6 hastada patolojik mutasyon saptandı (%13) ve 11 hastada mutasyon saptanmadı (%24). Bu mutasyonlar, 35delG heterozigot, H100P homozigot, V153I heterozigot, V27I heterozigot mutasyonlarıdır. GJB2 genin 1. ekzonunda mutasyon saptanmadı. GJB2 geni 2.ekzonunda; 2 hastada 35delG heterozigot (%4,3), 2 hastada V27I heterozigot (%4,3), 2 hastada V153I heterozigot (%4,3), 33 hastada H100P homozigot mutasyon (%71,7) saptandı. En sık saptanan mutasyon H100P homozigot mutasyonu olup, bu mutasyon polimorfizm olarak değerlendirildi (%71,7). Ancak işitme kaybı ile ilişkisi olup olmadığını belirlemek amacıyla tam işiten sağlıklı kontrollerde H100P mutasyonunun analizi planlandı. İşitme engelli kardeşi olan 9 hastadan 7'sinde H100P homozigot, 1'inde 35delG heterozigot ve H100P homozigot mutasyonları birlikte saptantı. İşitme kaybına ek olarak spina bifidası olan bir hastada 35delG heterozigot ve H100P homozigot mutasyonu saptandı.Öğe Öğrencilerin bilişim teknolojilerinden yararlanma ve sosyal medya bağımlılığı ilişkisi: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi öğrencileri örneği(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2020) Vurur, Hüseyin; Akyön, Fehmi Volkan21'nci yüzyılda bilim ve teknolojideki gelişmeler küreselleşmenin etkisiyle hızla yaygınlaşmaktadır. Sağlık Bilimleri Fakültesi Acil Yardım ve Afet Yönetimi, Ebelik ve Hemşirelik bölümü öğrencilerine yönelik bu kapsamda gerçekleştirilen araştırmada öğrencilerin teknolojik gelişmelerden yararlanma durumu ve buna bağımlı olma ilişkisi incelenmiştir. Araştırmada fakülte öğrencilerine doyma (tam sayım) örneklem seçim tekniği uygulanmıştır. Araştırmamız 957 öğrencinin katılımıyla veri toplama sürecinde 24 maddelik "Kişisel Bilgi Formu", 18 maddelik "Bilişim Teknolojilerinden Yararlanma Ölçeği" ve 41 maddelik "Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği" kullanılarak ilişkisel tarama modeline göre yapılmıştır. Araştırmada bilişim teknolojilerinden yararlanma ve sosyal medya bağımlılığı ilişkisinin belirlenmesi amacıyla toplanan veriler ile Kaiser-Meyer-Olkin (KMO), Barlett Sphericity, independent samples T-test, Cronbach Alpha, one way analysis of variance (One Way ANOVA), Tukey, Welch, Levene, least-significance difference (LSD), Pearson correlation gibi analiz ve test çalışmaları yapılmıştır. Bu çalışmaların değerlendirilmesi sonucunda pozitif yönde bir ilişki tespit edilmiştir. Öğrencilerin bilişim teknolojilerini kullanarak araştırmalar, incelemeler yapması, bilgi edinmesi, iletişim kurması, kendini ifade etmeye çalışması, eğlenceli vakit geçirmesi gibi nedenlerle teknolojiden daha fazla yararlanma durumunun bazen sosyal medya kullanımlarında meşguliyet, çatışma, tekrarlama veya duygusal durum değişimlerine neden olduğu tespit edilmiştir. Öğrencilerin demografik özelliklerinin bazılarının bilişim teknolojilerinden yararlanma ve sosyal medya bağımlılığı ilişkisinde önemli bir etkisinin olduğu görülmüştür. Bu araştırma, öğrencilerin bilişim teknolojilerini ve sosyal medya uygulamalarını kullanma yöntemlerinin yaşamlarında olumsuz farklılıklara neden olduğunun belirlenmesini sağlamıştır. Çalışmada elde edilen sonuçların bundan sonra öğrencilerin bilişim teknolojilerinden yararlanma seviyesini yükseltmeyi ve sosyal medya bağımlısı olmamasını hedefleyen araştırmalara katkı sağlayacağı temenni edilmektedir. Anahtar Sözcükler: Bağımlılık, Bilişim Teknolojileri, Sağlık Bilimleri, Sosyal Medya, Üniversite Öğrencileri.Öğe Sağlık çalışanlarında dedikodu ve söylenti tutumunun iş tatmini üzerindeki etkileri(Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, 2019) Kardaş, Kadriye; Akyön, Fehmi VolkanDedikodu ve söylenti, insanoğlunun en eski iletişim biçimi olan doğal (informal) iletişimin bir boyutudur. İş tatmini ise dünya'da 1930 yıllarında, Türkiye'de ise son dönemlerin yeni araştırma konusu olarak önem kazanmıştır. Bu çalışma sağlık çalışanlarında informal iletişim kanalı olan dedikodu ve söylenti tutumunun iş tatmini üzerine etkilerini ölçmek amacıyla hazırlanmıştır. Bununla birlikte, sağlık çalışanların demografik özelliklerinden; cinsiyet, medeni durum, eğitim durumu ve meslek gruplarının dedikodu ve söylenti tutumu ve iş tatmini ile olan ilişkisininde değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın evrenini, 2015-2016 öğretim yılında Çanakkale ili merkezindeki kamu, üniversite ve özel hastanelerde görev yapan doktor, hemşire, ebeler oluşturmuştur. Veriler, demografik bilgiler, "Dedikodu ve Söylenti Tutum Ölçeği ve Minnesota İş Tatmin Ölçeği" kullanılarak toplanmıştır. Araştırmanın örneklemini 646 sağlık çalışanı oluşturmuştur. Katılımcıların 249'unun doktor, 356'sının hemşire, 41'in ise ebe olduğu saptanmıştır. Araştırma sonucunda elde edilen veriler bilgisayar ortamında değerlendirilmiş, analizler IBM SPSS 20.0 ile yapılmıştır. Tanımlayıcı istatistikler için sayı, yüzde; diğerleri için puanlara ilişkin aritmetik ortalama, standart sapma gösterimi kullanılmıştır. Ölçeklerin demografik özellikleri ile olan ilişkileri incelenirken; cinsiyet ve medeni duruma göre belirlenmesinde t-test; eğitim durumu ve meslek grubu belirlenmesinde ANOVA analizi kullanılmıştır. Ölçeklerin birbiri ile olan ilişkisinin belirlenmesinde korelasyon analizi uygulanmıştır. Araştırma sonucuna göre; dedikodu ve söylenti tutumunun iş tatmini üzerinde demografik özelliklerin çoğu faktörleri etkilediği, üç farklı sağlık kurumunda görev yapan sağlık çalışanların dedikodu ve söylentiden etkilendiklerini, bazı nedenlerden kaynaklı tepkiler gösterdiklerini ve bunun sonucunda iş tatminsizliği yaşadıkları ortaya çıkmıştır. Araştırma sonunda saptanan sonuçlara yönelik olarak ilgili kurumlara ve araştırmacılara önerilerde bulunulmuştur.